60’LAR AVRUPA SİNEMASI

Varoluşun Resmi: Ingmar Bergman

Persona (1966)

İnsan, öz benliğini kolay kolay açığa çıkarmak istemez ve onu güvence altına almak için günlük hayatında birbirinden farklı maskeler takar. Aileye farklı, arkadaşlara ve iş hayatına farklı bir maske. Gustav Jung’un ‘persona’ olarak adlandırdığı bu maskeler, ‘ego’nun sosyal dengeyi sağlaması adına en önemli silahıdır. Çünkü persona, toplumsal ve geleneksel normların beklentilerine yanıt verebilmek için takındığımız rollerden ibarettir ve asla öz benliğimizi yansıtmazlar. Aslında persona’nın toplumdan sakladığı şey ‘gölge’dir. Gölge arketipi, insanların en kuytularında olan karanlık tarafı temsil eder. Kimsenin görmemesi için bilinçaltının en derinlerinde saklanır ve kendinin tam zıttı olan persona ile varlığını örter. Yeri ve zamanı geldiğindeyse ‘ben’ dediğimiz şeye ulaşmak için ortaya çıkar.

Ünlü bir oyuncu olan Elisabeth Vogler (Liv Ullmann), Elektra karakterini canlandırırken bir anda derin bir suskunluğa bürünür. Doktoru bu sessizliğin psikolojik nedenleri üzerinde durur ve akabinde rehabilitasyon süreci için Elisabeth ile bir hemşire olan Alma (Bibi Andersson)  deniz kenarında bir evde kalmaya başlarlar. Jung’un persona ve gölge’sinin vücut bulmuş halleridir bu kadınlar ve zaman geçtikçe karakterlerini korumak için psikolojik bir savaşa girerler. İkisinin de amacı Jung’un ‘ben’ dediği şeye ulaşmaktır. Bergman, persona ve gölge’nin çatışmalarıyla kişinin nevrozlarına ışık tutmaya çalışır. Aslında persona da gölge de kişinin kendisidir. Aynı vücutta farklı telden konuşan iki karakterin zaman zaman yüzeyde görünen yansımalarıdır. Bergman Persona ile, Jung’un analitik psikoloji için tanımladığı arketipler ışığında hazmı ve çözümlemesi zor bir eser ortaya koymuştur. Tecrübe etmek gerekir.

Skammen (1968)

“Bu benim rüyam değil. Başkasının rüyası. Bizi rüyalarında görenler ne hisseder acaba, utanç mı?”

Skammen, iç savaştan kaçan müzisyen bir çiftin, burjuva hayatından sıyrılıp, tüm yüküyle kırsal hayata alışma süreciyle başlar. Artık müzik yoktur, entelektüel sohbetler geride kalmıştır. Tek gerçeklik savaş şartlarında hayatta kalma dürtüsüdür. Henüz şiddet kapıyı çalmamışken dahi, savaşın getirdiği yıkımların insan psikolojisini ne hale getirdiğini Eva ve Jan’ın gözlerinden görürüz. Gene de onlar kötücül bir dünyada apolitik bir yaşamı tercih eder, etliye sütlüye karışmazlar. Fakat canavar kapıya dayanır. Ondan kurtulmanın tek yolu, onun gibi canavarlaşmaktır.

Bergman, kolektif hafızayı geri çağırır ve İsveç’te geçen kurgusal bir iç savaşı anlatarak İkinci Dünya Savaşı’nın kefaretini ödemeye çalışır. İki tarafı dünyevi menfaatler için savaştırırken, Eva ve Jan’ı da içinden çıkılamaz bir duruma sokar. Naif bir hayat geride kalır, masumiyet biter ve güzel duygular yitip gider. Bergman rahatsız olalım ister, rahatsızlığı filmin her dakikasında hissedelim ve utanç duyalım. Bu utancı hep beraber yaşayalım. Çünkü dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir