60’LAR AVRUPA SİNEMASI

Kalıplara Sığmayan Bir Sanatçı : Jean-Luc Godard

À bout de souffle (1960)

Fransız Yeni Dalgası için bir manifesto niteliği taşıyan À bout de souffle, Godard’ın politik ve toplumsal görüşlerinin ikinci planda kaldığı, katmanlı hikaye anlatımının ve derinlikli karakter yaratımının göz ardı edildiği, lakin biçimsel gücü ve yenilikçi tavrıyla sinemanın bir görüntü sanatı olduğunu kanıtlayan bir film. Polisler tarafından aranan bir adamla, yabancı bir ülkede hayatını idame ettirmeye çalışan bir kadının yollarını kesiştiriyor Godard. Aslında önceden tanışmış olduklarının bilgisi verilerek seyirci direkt olarak bir ilişkinin doğasına, ikili ilişkilerdeki sosyal rollere dair sohbetler içinde buluyor kendini. Fakat sadece sohbet üzerine kurulu bir film olduğu sanılmasın çünkü À bout de souffle, isminin hakkını sonuna kadar veriyor. Godard bütçe sıkıntısı yaşamasına rağmen, kurgu masasındaki ustalığıyla, nabzı bir an olsun düşmeyen, hareketli ve oldukça tempolu bir filme imza atıyor. Üstelik hem onun hem de Yeni Dalga’nın ilk filmi. Daha ne olsun.

Vivre sa vie (1962)

Yeni Dalga’nın bir diğer filmi Vivre sa vie, Godard’ın, geleneksel paradigmalardan sıyrıldığı ve biçimsel olarak yenilikçi bir teknikle çektiği 12 bölümlük hüzünlü bir şarkı. Nana (Anna Karina) hayallerinin peşinde koşan ve hayatını gerçek anlamda yaşamak için elinden gelen her şeyi yapan bir kadındır. Hayalleri uğruna pek çok şeye göğüs gerecektir ama en önemlisi, ona destek olacak eril bir güç olmadan ayaklarının üstünde durmayı öğrenecektir. Vivre sa vie, her ne kadar biçimsel gücüyle var olan bir film de olsa, minimal düzeyde 1960’ların Fransız toplumuna da ışık tutan bir film. Kadının toplumdaki yerine, toplumun bir kadından istediği, onu zincirlediği tabulara dikkat çeken Godard, tüm bu gelenekselci anlayışları Nana ile beraber reddederek İkinci Dalga Feminizm saflarında durmayı ihmal etmemiştir.

Pierrot le fou (1965)

Pierrot le fou, Godard’ın belki de en aykırı filmi. Aykırı çünkü Godard bu filmle sadece, geleneksel hikaye anlatımının ve sinemanın vadettiği gerçekliğin karşısında durmakla yetinmemiş, aynı zamanda kendi sinemasında da ayrı bir yerde duracak bir filme imza atmış. Birbiriyle uyumsuz, serseri iki aşığın pastoral yolculuğunu anlatan Pierot le fou ile Godard, en az karakterleri kadar uyumsuz ve yapı bozucu kurgu tercihleriyle Fransız Yeni Dalgası’nın özgürlükçü ruhunu ortaya koymuş. Sinema tarihi boyunca yakalanmaya çalışılan anlamlı ve bütünsel yapıyı umursamayıp kopukluklarla bir sentez yakalamaya çalışmış. Gerçekliği elimine ederek de sinemanın sadece bir kurgu olduğunu seyircilerine unutturmamak için elinden geleni yapmış.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Tonı Erdmann
Hepimiz için öyle değil mi? Bir parça tebessüm etmeyi unutuyoruz. Yoğunluk, sıkıntılar,...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir