2012 yılının ilk aylarında Jim Jarmusch‘un vampir temalı bir film çekeceğini öğrendiğim zaman duyduğum heyecanı çok net hatırlıyorum. Jarmusch çok sevdiğim, saygı duyduğum bir yönetmen. Vampirizm ise her daim iştahımı kabartan bir konu. Jarmusch ve vampir kelimeleri bir araya geldiğinde, hele bir de Tilda Swinton ve Tom Hiddleston‘un da filme dahil olduğunu öğrendiğimde bana merak etmek ve beklemek kalıyordu.
Filmin trailer’ı henüz yayınlanmamışken nasıl olduysa sağda solda filmden sahneler yayınlandı. Sahnelerden birini oturup izlediğimde -Tilda Swinton’un elinde kan dolu bir kadehle boş boş salındığı bir sahne- ”Evet” dedim , ”beklediğime değiyor.”
2013 Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan film, Palme d’Or’a aday olsa da kazanamadı.
Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor ki ”Only Lovers Left Alive” Jarmusch sinemasını sevenlerin kesinlikle tatmin olacağı bir film olmuş. Gerek senaryosu, gerek harika kast seçimi, gerekse sinematografisiyle ortaya bir şaheser çıkarmış Jarmusch.
Film günümüz Detroit’inde geçiyor. Adam ve Eve binlerce yıldır beraber olan vampir bir çifttir. Yaşadıkları binlerce yıldan sonra Adam varoluşsal problemlerin içinde debelenirken, Eve artık her şeye pozitif olarak bakmayı öğrenmiş ve Adam’a göre çok daha iyimserdir. Arada birbirlerinden ayrılıp başka yerlerde yaşayan çiftimizin tekrar bir araya gelmeleri gerektiğini hisseden kişi Eve olur ve Adam’ı arar. Adam ile telefonda görüntülü konuşma yaptıkları sahne aslında iki karakteri de çok iyi çözümlüyor. Adam her daim geçmişe özlem duyan, yaşadığı zamanı sevmeyen biriyken, Eve yaşadığı çağa ayak uyduran ve onu ne olursa olsun sevip, benimseyen bir karakter. Bunu Eve’in elindeki akıllı telefona karşılık Adam’ın görüntüyü aktardığı antika televizyona bakarak çok net algılayabiliyoruz. Aslında genel olarak baktığımız zaman, film anlatmak istediğini tam olarak bu iki karakterin zıtlıkları üzerinden anlatıyor. Filmi izleyen bir seyirci vampirlerimizin yaşamına özenebilir, mutlu olabilirken, diğer bir seyirci aslında zaman ve hayat kavramlarının ne kadar boş olduğundan dem vurabilir. Ben özenen ve mutlu olanlardanım.
Eve, varoluşsal problemleri içinde debelenen Adam’ı rahatlatmak için Tanca’dan kalkıp Detroit’e geliyor. Adam’ı bıraktığı gibi, bıraktığı yerde bulmak hiç şaşırtmıyor Eva’yı zira Adam zamana karşı koyma, onu yok sayma savaşında. Her şeyden sıkılmış, kendisini tamamen izole etmiş, sadece enstrümanlarıyla yaşayan biri haline gelmiş. Evinden dışarı sadece rüşvet verdiği bir doktordan kan satın almak için çıkan Adam’ın intihar planları Eve’in, evine gelip tedarikçisine yaptırttığı ahşap mermiyi bulmasıyla suya düşüyor. İkilinin aralarındaki diyaloglar çok iyi yazılmış ve zekice göndermelerle dolu. Adam, belki de yanında sıkılmadığı tek kişi olan Eve ile yaptığı sohbetlerde insanlıktan ümidini nasıl kestiğini -insanları zombi olarak niteliyor-, eskiye olan özlemini anlatıyor sık sık.
Eve: Hadi ama Adam! Ne zaman moralin bozuk olsa kolaya kaçıyor ve zombileri suçluyorsun. Kahramanlarına ne demeli peki?
Adam: Kahramanım yok benim.
Eve: Öyle mi? O çok değer verdiğin bilim adamları peki?
Adam: Bilim adamları mı? Onlara neler yaptıklarına baksana! Pisagor katledildi. Galileo hapsedildi. Kopernik alaya alındı. Zavallı Newton simya hakkında çalışmalarını gizlilik içinde yürütmeye zorlandı. Tesla mahvedildi. O muhteşem olasılıkları tamamen görmezden gelindi. Ve hala da Darwin için car car edip duruyorlar, hala! Bilim adamları için buraya kadarmış. Şimdi de kendi kanlarını kirletmeye başladılar. Sudan bahsetmiyorum bile.
Günümüzde çekilen vampir filmlerinin çoğunda yapış yapış bir aşk, seksi vampirler, büyük kahramanlıklar izlemek zorunda kaldığımız için, Only Lovers Left Alive’ı derin bir nefes gibi izledim. Filmin en çok eleştirilen noktası senaryosu. Çoğu izleyici filmde bir şey olmadığından dert yanıyor. Bunu oluşturulan aksiyon beklentisine ve yaratılan, yakışıklı bir vampirin seksi bir kadının kasığından kan içtiğini görmek için yanıp tutuşan seyirci tipine bağlıyorum. Nosferatu’dan beri evrim geçirerek bugünlere gelen vampirlere sıkı bir ”Dur!” diyor Jarmusch. Sakin ve ıssız Detroit’de, başka hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşayan Adam ve Eve’in sessiz, durağan ve huzurlu hayatlarına ortak oluyor, satranç maçlarını izliyor, kanla yaptıkları dondurmaların tadına bakıyoruz.
İşte böyle sakin ve huzurlu bir hayat yaşayan çiftimizin rutinleri, evlerine damlayan davetsiz misafirle bozuluyor. Adam ve Eve, çıktıları bir araba seyahatinden evlerine döndüklerinde kanepede Ava’yı uyurken buluyorlar. Ava, Eva’nın kız kardeşi, uçarı, sınır tanımayan ve kurallarla arası hiç ama hiç iyi olmayan bir vampir. Adam bu durumdan hiç hoşnut olmadığını açık açık belirtse de Eve kardeşini görmekten dolayı yaşadığı mutluluğu gizlemiyor. Ava, Adam’ın enstrümanlarını kurcalıyor, yeni yaptığı besteleri dinlemek hatta indirmek istiyor, sınırlı olan kan stoğuna rağmen devamlı beslenmek talep ediyor. Kısacası Adam’ın hayatta istemediği ne kadar şey varsa Ava’da beden buluyor. Eve ise sevgilisi ve kardeşi arasında tampon bölge olmaya, ikisini de dengelemeye çalışıyor.
Tabi Ava’nın evden kovulması uzun sürmüyor. Eve, kardeşini kanepede Adam’ın tedarikçisi Ian ile gördüğünde elindeki kan şişesini yere düşürüyor. Ian, kanı son damlasına kadar içilmiş, cansız bir halde Ava’nın yanında yatıyor. Şok geçiren Eve’e rağmen Ava oldukça sakin ve yaptığında bir yanlışlık göremiyor. ”Çok tatlıydı, kendimi tutamadım ama şimdi midem bulanıyor” diye hayıflanan Ava’ya, Eve’in cevabı şu şekilde oluyor; ”Ne bekliyordun? Herif müzik endüstrisinden.”
İşte film böyle güzel göndermeler ve zekice yazılmış diyaloglarla devam ediyor. Nereye giderlerse gitsinler eldiven ve güneş gözlüğü takan, güzel olan her şeye ilgi duyan, insan öldürmeyen, kan ihtiyaçlarını hastanelerden karşılayan, dünya üzerindeki her dili bilen, her enstrümanı çalabilen, hemen hemen her kitabı okumuş bu vampirlere özenmeyen seyirci var mı bilemiyorum. Film bittiğinde ”Keşke” dedim, ”Böyle bir imkanım olsa. Zaman sınırım olmasa , her dilde okuyabilsem , her enstrümanı çalabilsem. Dünya’da görmediğim yer kalmasa’.’ Sanırım Jarmusch’un yaratmaya çalıştığı çatışma da burada başlıyor. Tüm bu imkanlara rağmen Adam neden mutsuz? Acaba ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın bir şey üretemedikten sonra tatmin olması mümkün olmuyor mu? Yaratmak nedir? Film işte böyle zor sorularla baş başa bırakıyor sizi. Bir vampir filmi olmasına rağmen filmin içinde bir kere bile ”Vampir” kelimesinin geçmemesi ilginç gibi gelse de aslında bu Jarmusch’un söylemek istediği şeyle bire bir örtüşüyor: ”İnsan ya da vampir, her ne olursa olsun zaman herkesi ve her şeyi çürütür”.
Film senaryosu ve atmosferi kadar teknik açıdan da parlıyor. Sanat yönetmenliği harika. Adam’ın evi gerçekten harika tasarlanmış. Görüntü yönetmeni Yorick Le Saux, her ne kadar filmi negatif olarak çekmek istese de -Jim Jarmusch’un da isteği aynı yöndeydi- bütçe problemleri yüzünden dijital olarak çekmek zorunda kaldı. Ortaya çıkan işe baktığımız zaman şikayet edecek hiçbir nokta yok sinematografik anlamda. Ayrıca Jarmusch’un çektiği fakat filme eklemediği bir sahne var. Filmin açılış sahnesi olarak planladığı ve aksiyon içeren bu sahneyi izleyen yapımcılar, Jarmusch’tan bunun gibi daha çok sahne çekmesini istemişler ve Jarmusch bunu reddettiği gibi, çektiği o sahneyi de makaslamış.
Filmin ilerleyen bölümlerinde Detroit’ten ayrılıp Tanca, Fas’a giden çiftimiz, çok sevdikleri vampir dostları William Shakespeare’i -evet yanlış okumadınız, ta kendisi ! – içtiği kan yüzünden zehirlenmiş, ölüm döşeğinde buluyorlar. ”Asla buradaki hastanelerden kan almayın” diyor William. Adam’ın o nefret ettiği zombiler, söylediği gibi kendi kanlarını da mahvetmeyi başardıklarından, her şey çok zor bir hal alıyor. Yolculuk boyunca halsiz düşen ve beslenmesi gereken Adam ve Eve, William’dan aldıkları bu kötü haberle sarsılıyorlar. Artık önlerinde iki seçenek var: ya açlıktan ölecekler ya da beslenmek için öldürecekler. Sokakta gördükleri bir çiftin yanına gidip ”Affedersiniz” diyerek sivri dişlerini gösteriyorlar ve ekran kararıyor. Seçimlerini yapıyorlar; vampir ya da insan, en güçlü dürtü hayatta kalma dürtüsüdür ve yalnızca aşıklar hayatta kalır.