21. YÜZYILIN EN İYİ 25 İLK FİLMİ

 

25. Monster (Cani, 2003)

2003’te gösterime giren, Patty Jenkins’in yönetmenliğini yaptığı Monster (Cani), Aileen Wuornos (Charlize Theron) adlı seri katilin gerçek yaşamöyküsüne dayanıyor. Hayallerine, hayatı boyunca yaşadığı erkek şiddeti nedeniyle ulaşamayan Aileen, yine şiddet gördüğü bir olay sırasında katil olur. Sonrasında hayatını fuhuştan kazanmayı bırakma kararı alır ve belki de sevgiyi ilk kez gördüğü Selby (Christina Ricci) ile hayallerini yaşamak için kendisiyle para karşılığı birlikte olmak isteyen erkekleri öldürür, onların paralarını ve otomobillerini çalar. Bu sayede, çok kısa bir süre de olsa, gönlünce yaşar. Örneğin çocukken binemediği “Monster” adlı ışıltılı dönme dolabın benzerine, kendisi bir “cani” olma pahasına sevgilisiyle binebilmiştir. Filmin en dikkat çekici yönlerinden biri Charlize Theron’un muhteşem oyunculuğu ve Wuornos’a benzemek için görünüş ve hareketlerini tanınmayacak derecede değiştirebilmesi olmuş. Theron bu sayede hem Oscar’da hem de Altın Küre’de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık görülür. Bir cümleyle tanımlamak gerekirse Monster, bir repliğinde geçtiği üzere, adil olmayan dünyamızda, hiçbir zaman seçme şansının olmadığını hissedenlerin, yaşamak için yapmak zorunda kaldıklarını anlatan iç karartıcı bir film ve bu yönüyle sinema sanatının izleyiciye kısa süre içerisinde yoğun duygular yaşatma potansiyelini çok iyi kullanmış.

Akın Öge

24. Beasts of the Southern Wild (Düşler Diyarı, 2012)

Sel felaketi öncesi, modern dünyada, Bathtub adlı bölgede doğayla iç içe yaşamakta olan bir topluluk görüyoruz. Doğa ile neredeyse bir olan bu insanlar, kendilerini doğanın bir parçası olarak görüp ona göre yaşıyorlar. Ancak sel felaketi bu doğal yaşamı çokça etkiliyor. Selin sıkıntılarını yavaş yavaş atlatan Bathtub bölgesi sakinleri, medeniyet denilen modern dünyanın bir nevi gazabına uğruyor. Bölgeye hemen kurtarma ekipleri sevk ediliyor. Modern dünya, Bathtub’a müdahale ediyor. Burada yaşayan halkın standartlarını eski hâline getirmek yerine o bölgeyi kendi istedikleri şekilde dönüştürüyor.

Hushpuppy ve babası bu hikâyenin başrolündeler. Hushpuppy’nin mutlu dünyasında idol olarak gördüğü kişi babasıdır. Baba, kızını korumak için yapmayacağı bir şey olmayan ancak sert ve güçlü bir insan olması için onu eğiten iyi bir baba. Hushpuppy, sel felaketi sonrası babasını medeniyetin ortasında bulur. Babası hastaneye kaldırılmış, burada hemşire ve doktorlar gözetiminde yatmaktadır. Aslında bu hikâyede selden sadece doğa etkilenmiyor, doğada yaşamayı bilen insanların bağları da etkileniyor. Baba ile kızın ayrı yollara savrulan hikâyesi, insanoğlu ile doğanın kopan bağıyla paralellik yaratıyor.

Burç Karabulut

23. The Babadook (Karabasan, 2014)

The Babadook, film boyunca en fazla beş kişi, film karesinde ise aynı anda en fazla iki kişi görebileceğiniz, senaryo ve olay örgüsüne dayalı, düşük bütçeli ama büyük etkili gerilim filmlerinden. Zamanındaki başarısını da bu senaryosundan alıyor. Amelie, oğlu Samuel’in doğumu için kocası tarafından hastaneye götürülürken geçirdikleri kazada kocasını kaybeder ve bundan sonra yeni doğan oğluna bakabilmek için hayat şartlarına karşı tek başına ayakta durmaya çalışır. Film açısından bu nokta çok önemlidir çünkü filme adını veren “Babadook” isimli kabusa karşı da bu güçlü kadın oğlunu tek başına savunacaktır. Samuel altı yaşına geldiğinde, doğum günü de yaklaşmaktadır, evlerinin kapısının önünde “Bay Babadook” isimli üç boyutlu (açınca içinden karton evler, figürler yükselen türde) bir çocuk kitabı peyda olur. Kitap bir karabasan olan Babadook’u anlatmaktadır ve tahmin edersiniz ki bu kitapta anlatılan her şey ana-oğulun başına fazlasıyla gelir. Tabii burada önemli olan Babadook’un arada Amelie’nin ölü kocasının bedeninde ortaya çıkarak “kadın”ı kandırmaya çalışması ve buna karşılık kadının dimdik ayakta kalıp (tamam bir noktada biraz sendeliyor ama) çocuğunu korumak için bu kabusa karşı savaşmasıdır. Böylece Babadook’un oyunlarına kanmayan Amelie bir kadın olarak, zamanında Şeytan’ın kendisini kandırmasının (Adem ve Havva hikâyesi) da intikamını alır. Babasız büyüyen Samuel’in de burada, normalde korku filmlerinde ailenin babasının üstlendiği görevi yerine getirdiğini belirtelim. Yine bu noktada antik dönemden beri kucağında oğluyla tasvir edilen güçlü, yaratıcı ve erkeğe ihtiyaç duymayan Ana Tanrıça (İsis, Kybele, Meryem vs.) geleneğinin filmde de Amelie ve Samuel’de vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Ve elbette filmin en farklı ve yaratıcı yeri ise finali. Korku-gerilim türündeki filmleri düşündüğümüzde, final gerçekten de bizim için şaşırtıcı oluyor. Kadının (yönetmen) yaratıcılığı bu noktada da kendisini gösteriyor.

Solsoledo

22. Hjartasteinn (Gençlik Başımda Duman, 2016)

İzlandalı yönetmen Guðmundur Arnar Guðmundsson‘un yazıp yönettiği Hjartasteinn, bir balıkçı kasabasında yaşayan iki gencin tutkularını, cinsel yönelimlerini keşfetme hikâyesidir. Çocukluktan ergenliğe doğru yol alan bu iki yakın arkadaş, karşı cinsle geçirdikleri zaman arttıkça kendilerini dönüştüren süreçlere girmektedir. Çocukluğun bitişi, masumiyetin de sonu anlamına gelir. Venedik Film Festivali’nden “Kuir Aslan” ödülüyle ayrılan film, İzlanda’nın pitoresk doğasını perdeye yansıtırken iç ve dış çatışmalardan besleniyor. Son dönemde izlediğimiz LGBT temalı büyüme öykülerine konu olarak yakın olsa da büyüme mevzusuna oldukça sert bakışı ile diğerlerinden ayrılıyor. Yabanıl taraflarımız, ebeveynlerin ortalıkta olmadığı alanlarda cömertçe ortaya dökülürken bütün bu olanlardan hayvanlar da nasibini alıyor ve insanın doğadaki yeri sorgulanmış oluyor. Konuşmadan anlatmayı beceren sahneler; saflık, seçimler, pişmanlıklar, sevgi, öfke ve benzeri duyguları saniye saniye görselleştirme başarısı, yönetmenin bir sonraki işlerini merak etmemize yol açıyor.

Tuncay Uravelli

21. No Man’s Land (Tarafsız Bölge, 2001)

Bosna Soykırımı’nın yaşandığı 1993 yılına kamerasını çeviren Bosna-Hersekli yönetmen Danis Tanovic, bir grup Sırp ve Boşnak askerin yollarının kesişmesi üzerine yaşananları anlatıyor. Yaşanan çatışma sonucunda, film boyunca tarafsız bir bölgede, boş bir siperde iki düşman askerinin yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Bunları anlatırken aynı zamanda arka planda, dünyanın, Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bu ağır travmatik olaylara karşı nasıl üç maymunu oynağını göstermeyi de ihmal etmiyor. Kuşkusuz 2000’ler sinemasının en etkili finallerinden birine sahip film, kelimenin tam anlamıyla izleyiciyi koltuğa çivileyip yaşanan bu insanlık dramına karşı, bir insan olarak utanma hissini fazlasıyla hissettiriyor. 2002 yılında, “Yabancı Dilde En İyi Film” ödüllerini kucaklayarak, o yılın en çok ödül hak eden filmi oluyor bu mini bağımsız film.

Antoine Doinel

20. Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı, 2006)

Ünlü Alman yönetmen Donnersmarck, daha bu ilk filmiyle çıtayı öyle bir yükseltiyor ki yetişebilmek ne mümkün. Yönetmenin aynı zamanda senaryosunu yazdığı film, henüz Berlin Duvarı yıkılmadan önce, Soğuk Savaş’ın etkisinin çok sert hissedildiği 1980’li yıllarda Doğu Almanya’da geçiyor. Dönemin baskıcı hükümeti, vatan haini olduğundan şüphe duyduğu, kendi halinde, sevgilisiyle sade bir yaşam sürdüren oyun yazarı Dreyman’ın peşine istihbaratın en güvenilir görev adamlarından biri olan ajan Wiesler’i takar. Başkalarının hayatını izlemekle görevlendirilen Wiesler, günlerce yazar Dreyman’ı gözetleyerek veya dinleyerek dişe dokunur bir veri elde etmeye çalışır. Yazarın hayatını izledikçe ve yeni şeyler öğrendikçe kendi hayatının eksik yönlerini fark eden ana karakterin dramatik dönüşümü, filmi 2006 yılının en iyi birkaç filminden biri yapıyor. Yabancı dilde en iyi film Oscar’ı ve Avrupa Film Ödülleri’nde en iyi film, erkek oyuncu ve senaryo ödüllerini kazanarak ödül anlamında hak ettiği yere konumlanıyor.

Antoine Doinel

19. Capote (2005)

Capote, 2005’te gösterime giren, yönetmenliğini Bennett Miller’ın yaptığı, Amerikan Edebiyatı’nın en ünlü isimlerinden Truman Capote’nin (Philip Seymour Hoffman) yaşamından gerçek bir kesitin anlatıldığı bir film. Filmin edebiyatseverleri en heyecanlandıran yönü kuşkusuz, iki dev yazarın ve dev eserin hikâyesinin anlatılması olmuş. Elbette filmin merkezinde Capote ve eseri Soğukkanlılıkla (1966) var zira film, kitabın kaleme alınma sürecini anlatıyor. Ancak Capote’nin yakın arkadaşı Harper Lee (Catherine Keener) de hikâyenin bir parçası ve olayların geliştiği birkaç yıl kendisinin ünlü eseri Bülbülü Öldürmek’in de ilk kez yayımlanma sürecini içeriyor. Hikâyenin başladığı 1959’da Capote ünlü bir yazar iken (Tiffany’de Kahvaltı 1958’de yayımlanmıştır) sonradan kendisi kadar ünlü olacak olan Lee’nin başyapıtı ise henüz yayımlanmamıştır. Capote ününden hoşnuttur. Film boyunca bu ünü sürdürmek ve baştan beri çok heyecan duyduğu kitabını yazmak için yalana ve yanlış yönlendirmeye başvurmasını izlemekteyiz. Philip Seymour Hoffman’ın muhteşem ve çok etkileyici bir oyunculuk sergilediğini vurgulamak gerek. Bu sayede En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’na layık görüldü. Capote, edebiyatseverlerin ve yakın tarih ile yaşamöyküsel filmlere ilgili olanların, özellikle Capote ve Lee hayranlarının keyif alacakları bir film.

Akın Öge

18. Risttuules (Rüzgarların Arasında, 2014)

Sovyetler Birliği’nin 1941 yılında Estonya başta olmak üzere Baltık bölgesinde gerçekleştirdiği etnik temizlik harekatını merkezine yerleştiren ve bir halkın kapanmamış yaralarına odaklanan Risttuules, günümüzde tehlikeli anlamlar ihtiva eden ve içi boşaltılmış bir tanımlama olan “şiirsel sinema”nın yakın dönemdeki en başarılı örneklerinden. İnanması güç şekilde 27 yaşındaki birinin, Martti Helde’nin elinden çıkan Risttuules, Sibirya’ya sürülen Estonyalıların yazdığı mektupları ve anıları referans alan, tamamen donmuş fotoğrafların içinde gezinen kamerayı takip ettiğimiz, çarpıcı, buruk ve gerek biçimi gerek öyküsüyle izleyenin hafızasında yer eden bir film. Sinema sanatının sonsuz anlatı olanağına sahip olduğunu keşfetmek için ideal bir eser olan Risttuules’i kelimelerle tarif etmenin, görsel ve işitsel formunu yazıya çevirmenin zorluğu ise eserini sanat ile insanın kesiştiği alanda inşa eden Helde’nin başarısının en güzel ispatı.

Tanju Baran

17. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004)

“Bu film, kim bilir hangi düş ülkelerinden, yüreğinde hemşerilikler bulunduğuna inandığımız sinemanın şövalye ruhlu çocuklarına yazılmış bir mektuptur…” cümlesiyle başlar Ahmet Uluçay‘ın ilk kısa filmi Optik Düşler. Yel değirmenleri ile savaşan şövalye Don Kişot misali, kendisi de mesleğe amatör filmler çekerek başlayan Uluçay, ilk kısa filminin genişletilmiş ve daha profesyonel versiyonu olan ilk uzun metrajı Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde, sinemaya tutkun iki kafadar Recep ve Mehmet’in öyküsüne odaklanıyor. Yönetmen Uluçay’ın, kendisinin de doğup büyüdüğü yer olan Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde çektiği filmde, köylerinden uzakta, kasabada, biri karpuzcunun diğeri berberin çırağı olarak çalışan bu iki genç, köylerinde kendi olanaklarıyla film izlemek için bir projeksiyon makinesi icat etmeye uğraşırlar. Ferah kırsal görüntülerine karakterlerin büyük dertlerinin eşlik ettiği film, bir yandan çocukluk oyunlarından, hayallerinden yola çıkarken, ergenliğe adım atılan bir yazda, aşk, tutku gibi ilk gençlik heyecanlarını da perdeye yansıtmayı başarıyor. İyi bir fikriniz ve hikâyeniz olduğunda, profesyonel oyunculara ihtiyaç duymadan, kısıtlı imkânlarla dahi, amatör ruh, doğallık ve içtenlik katarak çok güçlü filmler çekilebileceğinin, “karpuz kabuğundan gemiler” yapılabileceğinin en açık göstergesidir film.

Tuncay Uravelli

16. District 9 (Yasak Bölge 9, 2009)

2017’de kurduğu bağımsız sinema projesi Oats Studios ile her ne kadar arzu ettiği başarıya ulaşamayıp kısa filmlerinden herhangi birini uzun metraja dönüştüremese de ─ District 9 da kısa bir film olan Alive in Joburg’den (2005) doğmuştu─ bilim kurgu sinemasının geleceğini şekillendirmeye çalışan Neill Blomkamp’ın bir türlü aşamadığı zirvesi District 9, popüler bir tür olan bilim kurgunun biçimini bozarak onu başka sulara çeken başarılı bir ilk film. Günümüzde tekrar alevlenen ve küresel bir hâl alan mülteci sorununu, kirli ve kanlı tarihe sahip çok uluslu Johannesburg kentine inen ve kolonyal amaçlar taşımayan Uzaylılar üzerinden ele alarak bilim kurgu türünün kökenlerinde yatan türsel korkularımızı gün yüzüne çıkartan ve güncelliğini hiç yitirmeyecek bir dramla birleştiren District 9, Blomkamp’ın görsel dehası, evren yaratma becerisi ve sağlam temellere dayanan fikrî dünyasıyla emsallerinden sıyrılıyor. District 9 için sarf edilebilecek olumlu sözlerin bir benzerini, kendisinden sonra gelen Elysium (2013) ve Chappie’nin (2015) için kurmak pek mümkün değil; bu iki filmin hedefine ulaşmaması ve Oats Studios’un bir sonraki aşamaya geçememesi ise Blomkamp için tehlike çanlarının çaldığını gösteriyor.

Tanju Baran

15. Grave (Çiğ, 2016)

Julia Ducournau’nun 2016 yılında gösterime giren ve kariyerine önemli bir yapımla başlamasını sağlayan filmi Grave yeni bir auteur yönetmen filmografisinin habercisi şeklinde yorumlanmıştı. Tür olarak Yeni Fransız Aşırılık Sineması içinde konumlanan filmin hikâyesinde, vejetaryen bir aileden gelen Justine isimli gencin, veterinerlik okulundaki bir parti sırasında et yemeye başlamasıyla gelişen dönüşümü konu ediliyor. Justine et yemeye başlayarak psikolojik olarak bir dönüşüm geçirecek, cinselliğini ve bastırdığı vahşi duygularını açığa çıkarmaya başlayacaktır.

Furkan Aşkın

14. Persepolis (2007)

2007’de gösterime giren Persepolis, 1969’da İran’da doğan Fransa vatandaşı Marjane Satrapi‘nin, özyaşamöyküsüne dayalı aynı adlı çizgi-romanından uyarlanmış bir animasyon filmi. Hem çizgi-roman hem de film, yayımlandıkları dönemde ses getirdi ve film 2007 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü aldı. Filmin senarist ve yönetmenliğini Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud birlikte yapmışlar. Film, İran yakın tarihini yalın bir dille (ve elbette Satrapi’nin bakış açısıyla) anlatıyor. İran doğumlu ancak ömrünün çoğu Batı’da geçmiş ilerici-modernist bir kadın izlenimi veren Satrapi, öyküsünü anlattığı dönemi dengeli bir şekilde değerlendirmiş. Filmin beğenilmesinde, İran’ı ve Batı’yı anlatırken oryantalizm, ırkçılık, Batı hayranlığı, milliyetçilik gibi tuzaklardan uzak durmayı başarması önemli bir etken olarak sayılabilir. Ülkeye teokratik bir rejim getiren İran Devrimi’nin özgürlükleri kısıtlaması, filmin başlıca teması ancak bu eleştirel yaklaşım bir eski rejim (Şah rejimi) güzellemesine dönüşmüyor. Aynı şekilde, yazarın özgürlüğe kaçışının yönü Batı olmasına rağmen, filmde Batılı emperyalizm de eleştiriliyor. Dahası ne İranî ne de Batılı yaşam tarzları salt iyi ya da kötü olarak resmedilmiyor. Bu özellikleri ve sade çizgileriyle film, sinema sanatı tutkunlarının beğenisini kazanmış görünüyor. Bir eleştiri: Filmin çoğunun geçtiği İran sahneleri Farsça çekilse gerçeklik hissi daha da artabilirdi.

Akın Öge

13. La Ciénaga (Bataklık, 2001)

Öncesinde kısa filmler ve Arjantinli yazar Silvina Ocampo hakkında bir belgesel yöneten Lucrecia Martel‘in ilk kurmacası, bir tatil kasabasında yaşayan iki kadın ve ailelerini odağına alır. İspanyolca “bataklık” anlamına gelen film ismi, bir zamanlar zengin olan karakterlerin durdukları yeri gösterir. Rutubetin ve bunaltıcı sıcağın tek çözümü olan sangria (meyve ve buz içeren bir çeşit kırmızı şarap kokteyli), karakterlerin eylem kapasitelerini ilk sahneden itibaren düşürür, kazalar kaçınılmazdır. Güney Amerika sinemasının “Haneke”si olarak tanımlanabilecek Martel, bütün filmlerinde eleştiri oklarını küçük burjuvaya ve bunun temel birimi aileye yöneltir. Ortalıkta terör estiren çocukları kontrol etmek mümkün değildir, kalabalık ailelerde ev yönetilemez alanlara dönüşür. Bu karmaşayı, ev sahibelerinin varlıklarından memnun olmadıkları ve sürekli şüphe duydukları, ev işlerine yardım etmekle görevli yerli (Güney Amerika yerlisi) kadınlar dahi toparlayamaz. Çareyi alkolde bulan ebeveynlerin sorunları çözmesi imkânsızdır; bu çıkışsız atmosferi, şeylerin kaderine, coğrafyaya bağlayan yönetmen, önlerindeki tek örnek model olan ebeveynlerini takip edecek çocuklar dolayısıyla nesillerin aynı şekilde süregeleceğini öngörür. Kendi başlarına bir seyahate çıkmak isteyen iki anne, bir türlü harekete geçemez. Bu hareketsizlik aileyi ─daha geniş planda ülkeyi─ olduğu yerde sabit kılar, daha kötüsü geriye götürür. Darbeler ve iç savaşlarla yoğrulmuş Güney Amerika ülkelerinin sosyokültürel hâllerini anlamak bakımından Martel sineması önemli bir referans noktasıdır.

Tuncay Uravelli 

12. Moon (Ay, 2009)

Moon, genel olarak dünyada insanlar mutlu mesut ve kafası dumanlı bir şekilde yaşarken onların bu şekilde yaşaması için başka yerde (filme adını veren dünyanın uydusu Ay’da) başka şeylerin suiistimal edilmesi üzerinedir. Film boyunca söz konusu olan şey, yeni ve daha ucuz enerji kaynağıdır ve enerji her durumda ‘para’ demektir. Peki insanlığın mutluluğu için neyi, nereye kadar suiistimal edebilirsiniz? Bir insanın yaşamını mı yoksa binlerce insanın yaşamını mı? Her durumda, temiz ve ucuz enerji kaynakları olması kapitalizmin bitmesi anlamına gelmiyor; aksine bu sefer kapitalizm bu ucuz enerjiyi daha da ucuza mal edebilmek için başka yöntemler geliştirerek kendisini insan kanıyla kirletmeye devam ediyor. Aslında bugün Orta Doğu’dan, Afrika’dan uzakta mutlu mesut yaşayan, imrendiğimiz Avrupa’nın bu mutluluğunun altındaki sömürgeci ve kanlı tarihinin Ay’a uyarlanmış versiyonu diyebiliriz film için.

Solsoledo

11. V for Vendetta (2005)

James McTigue‘nin ilk filmi” denilse çoğu kişinin tanımayacağı ancak V for Vendetta denildiğinde film izleyen hemen herkesin 21. yüzyılın en iyi 25 filminden biri olduğuna hak vereceği bir yapım. Yönetmen James McTigue pek hatırlanmasa da 15 yıl önce çektiği film unutulmazlar arasına girmeyi başardı. Özellikle mevcut düzendeki bozukluklar nedeniyle düzene karşı olan insanların kutsal filmi olarak değerlendirilebilir. Ülkemiz gibi siyasi tarihi karışık, düzensizliğin düzen olarak kabul edildiği topraklarda sevilmesi de oldukça normal. Filmin başrolünde yer alan Hugo Weaving‘in taktığı maske başkaldırının simgesi olurken, yüzü hiç görülmeyen Weaving’in maskeyle bütünleşen oyunculuğu ve Natalie Portman‘ın filme muazzam katkısı filmi unutulmaz kılan önemli unsurlardan. V for Vendetta, bastırılmış isyan duygusunun beyaz perdeye yansıması olarak sinema tarihinin önemli yapımlarıyla anılacak. Filmin “en iyi ilk filmler” dosyasına girmesini sağlayan yönetmen James McTigue için ise aynı şeyi söylemek mümkün olmayacak.

Ahmet B.

Diğer Yazılar: FikriSinema
“CUMHURİYET’İN YÜZÜNCÜ YILINDA TÜRK SİNEMASI’NIN 100 YILI” SEMİNERİ
İstiklal Caddesi’nin simge mekânlarından Beyoğlu Sineması, “Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında Türk Sineması’nın 100...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir