MARY SHELLEY’DEN FRANKENSTEIN

İngiltere’de Romantizm akımı 1798’de, William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge’in ortak çalışması olan Lyrical Ballads’in yayınlanmasıyla başladı. Bu şiir kitabı bir bakıma, hayal gücünden çok mantığa ve bilime önem veren ve edebiyatı mekanikleştiren Neoklasisizm akımına bir başkaldırı niteliği taşıyordu.

İngiltere’de Romantizm akımı 1798’de, William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge’in ortak çalışması olan Lyrical Ballads’in yayınlanmasıyla başladı. Bu şiir kitabı bir bakıma, hayal gücünden çok mantığa ve bilime önem veren ve edebiyatı mekanikleştiren Neoklasisizm akımına bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Çünkü Wordsworth ve Coleridge’e göre şiir sanatı, geleneksel normlardan ve kurallardan kurtulup, daha öze dönük ve kişisel bir sanat haline gelmeliydi. Wordsworth, Lyrical Ballad eserinde şiir sanatını şöyle tanımlar: “For all good poetry is the spontaneous overflow of powerful feelings.” (4) (İyi bir şiir, güçlü duyguların kendiliğinden ortaya çıkışıdır.) Bu noktada Romantik yazarlar, ‘doğaya özlem’, ‘özgürlük hissi’ ve ‘bireye dönük içsel duygular’ gibi anahtar kelimelerle sanatlarını işlemeye başladılar ve sanatın sanat için olduğu ilk eserler böylelikle ortaya çıktı.


“Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım.
Ey güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre“
O tarihi anıtın, uçsuz bucaksız çevresinde
Arasan sadece koca bir gövde ve kalıntılar
Başkaca uzanıp giden yalnızlık ve kumlar.

Ozymandias (1818), Percy B. Shelley


Zamanla Romantik yazarlar, akımın inceliklerini sadece şiir sanatında değil düz yazıda da göstermeye başladılar ve Romantizm’in düz yazıya sıçramasıyla Gotik Edebiyat gibi yeni temalar ve alt türler ortaya çıktı. Korku, ölüm ve ihtiras gibi unsurların yaygın bir şekilde kullanıldığı oldukça sıra dışı bir tür olan Gotik Edebiyat’a Horace Walpole’un The Castle of Otranto eseri öncülük etti ve artık böylelikle Marry Shelley’nin Frankenstein’ı için tüm şartlar sağlanmıştı.

Frankenstein ya da Modern Prometheus sadece Marry Shelley’nin değil, hem Romantik akımın hem Gotik Edebiyatı’nın hem de baştan aşağı dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Aynı zamanda ilk bilim-kurgu romanlarından biri olarak geçen Frankenstein ya da Modern Prometheus’u irdelemeden önce, kitabın adının alt başlığı olan Antik Yunan Mitolojisi temelli ‘Modern Prometheus’un üzerinde durmamız gerekir. Shelley bu alt başlığı, tanrılardan ateşi çalan Prometheus’un hikayesinden ödünç almıştır. Bilgiye ve güce ulaşma arzusundan ötürü hırsına yenik düşen Prometheus’un hikayesi, Shelley’nin ana karakteri Victor’un yaşamıyla büyük bir paralellik taşır.


Shelley, eserinin 3. basımında Frankenstein’ın hikayesinin nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatıyor: “Bir gün, hepimiz bir hayalet öyküsü yazalım,” dedi Lord Byron ve teklifi kabul edildi. Tam da o an tabiatımızın esrarengiz kaygılarını dile getirecek, içimizde dehşet uyandıracak bir öykü düşledim. Okuyanı etrafına bile bakmaktan korkutacak, insanın kanını dondurup kalp atışlarını hızlandıracak bir öykü. Bunları başaramadığım takdirde hayalet öyküm ismine layık olamayacaktı. Bir gece, başımı yastığa koyduğumda ne uyuyabildim ne de tam olarak düşünebildim. Davetsiz hayal gücüm, zihnimde uyanan hayaller silsilesini düşleme sınırlarının çok ötesinde bir canlılıkla ayaklandırarak beni ele geçirdi ve yönlendirdi. Boylu boyunca uzanmış dehşet bir yaratığı ve güçlü bir makinenin çalıştırılmasıyla onun hayat emareleri gösterişini, kesik kesik, cansız hareketlerle kıpırdanışını izledim. Korkunç bir şey olmalıydı bu, tıpkı dünyanın Yaratıcısı’nın muazzam mekanizmasıyla alay etmeye kalkışmanın sonuçlarının da akıl almaz derecede ürkütücü olacağı gibi. Başarısı sanatçıyı korkutacaktı elbette; büyük bir dehşete kapılarak iğrenç eserinden uzaklaşacaktı. Kendi haline bırakıldığı takdirde, ateşlediği o cılız hayat kıvılcımının söneceğini, böylesi kusurlu bir şekilde can bulan şeyin, cansız bir maddeye dönüşeceğini ümit edecek, ancak hayatın beşiği gözüyle baktığı hilkat garibesinin fani bedeni, mezarlığın sükûneti içinde sonsuza kadar yitip gider düşüncesiyle uykuya dalabilecekti. Ben de gözlerimi dehşet içinde açtım. Bu fikir, aklımı öyle başımdan aldı ki içimin ürperdiğini hissettim. Ah! O gece korktuğum kadar okuyucumu korkutabilecek öyküyü bir yaratabilseydim!“ (Shelley, 12-13)

Shelley’nin Frankenstein’ı, gördüğü kabusun ürünüydü ve bu kabusun getirdiği korku, modern dünyayla doğrudan alakalıydı. Diğer tüm Romantik sanatçılar gibi Shelley de, teknolojik gelişmelerin, insanlığı yozlaştırdığını ve ortaya çıkan icatların dünyayı felakete sürükleyeceğini düşünüyordu. Kabusunda bir bilim insanının, tanrılaşarak canlı bir mekanizma yarattığını görmüştü fakat bu bilim insanı bir gün bu kusurlu yaratığın hem ona hem de tüm insanlığa lanet getireceğini öngörememişti. Bu noktada Shelley, Sanayi Devrimi’yle yeni bir döneme giren dünyamızın, insana faydası varmış gibi görünen teknolojik gelişmelerle bir bataklığa dönüşeceğini düşünüyordu. Belki Shelley göremedi fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında, Modernist sanatçılarla beraber tüm insanlık teknolojinin lanetini üzerinde hissetmiş oldu.

Frankenstein ile Shelley, kendi zamanının ötesinde, insanlık için mühim olan pek çok düşünceyi kapsayan bir eser ortaya koymuştu ve sinema sanatının ortaya çıkışıyla beraber Frankensten, korku sinemasının beslendiği en önemli eserlerden biri oldu. Sinema’da ilk Frankenstein uyarlaması 1910 yılında J.Searle Dawley tarafından yapıldı. Bu sessiz filmin ardından, James Whale tarafından Frankenstein’ın ilk sesli uyarlaması olan 1931 yapımı Frankenstein çekildi. Amerika’nın Ulusal Film Arşivi’nde kültür mirası olarak muhafaza edilen bu filmde yaratık karakterine hayat veren Boris Karloff öyle bir performans ortaya koymuştur ki, ismi dahi olmayan bu acınası yaratık, insanların gözünde sempatik bir figür haline gelmiştir. Whale 1935 yılında Karloff’un gene Yaratık rolünde olduğu devam filmi The Bride of Frankenstein’ı çeker. Sonrasında ise serinin üçüncü filmi olarak kabul edilen Rowland. V. Lee’nin yönettiği 1939 yapımı Sons of Frankenstein gösterime girmiştir. İlerleyen yıllarda pek çok Frankenstein uyarlaması çekilse de Whale’in serisinden sonra belki de en önemli uyarlama Kenneth Branagh tarafından 1994 yılında Mary Shelley’s Frankenstein ismiyle gelmişir. Robert De Niro, Helena Bochem Carter gibi yıldız oyuncuların yer aldığı bu uyarlama’nın senaristliğini ise Frank Darabont üstlenmiştir. Filmin çekim sürecinde Branagh ile sorunlar yaşayan Darabont bir röportajında filmden şu şekilde bahseder: “Bu senaryo şu zamana kadar yazdığım en iyi senaryoydu, bu film ise gördüğüm en kötü film. Eğer bu filmi sevdiyseniz, güllerinizi Branagh’ın ayaklarına atın, sevmediyseniz de mızraklarınızı. Çünkü bu tamamıyla onun filmi.“

Shelley’nin romanı, tıpkı Victor Frankenstein gibi bilgi arayışında olan Kaptan Robert Walton’un kız kardeşine gönderdiği mektupla başlar. Yeni dünyalar keşfetme arzusuyla yanıp tutuşan Walton, kendi macerası sırasında Victor ile karşılaşır ve mektubunda kız kardeşine Victor’un başından geçenleri anlatır. Bu yönüyle Shelley’nin romanında hikaye anlatıcısı (narrator) Walton’dur ve Shelley çerçeve içinde çerçeve anlatımını tercih ederek romanına derinlik katmıştır. Aynı zamanda roman, Walton ile başladığı için lineer bir anlatım söz konusu değildir; Shelley hikayesini, her şeyin biteceği yerde başlatır. Fakat Branagh’ın uyarlaması, Shelley’nin romanının aksine Walton’un mektubuyla başlamaz. Branagh çerçeve içinde çerçeve anlatımını tercih etmez ve ne Walton’u narrator olarak kullanır ne de kız kardeşine yazdığı mektuba yer verir; Bunun yerine romanın 3. baskısında Shelley’nin, hikayenin nasıl ortaya çıktığını anlattığı cümleleriyle açılış yapar. Fakat gene de tıpkı Shelley gibi in medias res tekniğini kullanmıştır, yani hikayeye ortadan giriş yapar. Shelley’nin kendi ağzından cümlelerle giriş yaptıktan hemen sonra da şimşekler ve fırtınalarla dolu Arktik Okyanusu’unda Walton’un yanında buluruz kendimizi. Victor ve Yaratık arasındaki amansız mücadele Walton’un gemisine kadar gelmiştir ve Victor tüm yaşam öyküsünü Walton’a anlatarak bizleri her şeyin başladığı zamana götürür.

Romanda Walton’un mektubunun ardından, ilk bölümde Victor Frankenstein narrator olur ve bilginin acı ve ızdırap getirdiği hayatını anlatmaya başlar. Victor’un neden ölümsüz bir canlı yaratmaya giriştiğini, annesinin ölümünü durduramadığı için derin bir acı duymasından anlarız. Romanda Victor’un annesi, çok hasta olduğu için ölmüştür, fakat filmde Victor’un küçük kardeşi William’ı doğurduğu esnada ölür. Tam da bu noktada Branagh’ın, romana sadık kalmadığı düşünülebilir fakat Shelley’nin kendi doğumundan kısa bir süre sonra feminizm tarihinin en önemli yazarlarından biri olan annesi Mary Wollstonecraft’ı kaybettiğini düşününce, yönetmenin, roman ile yazarın kendi hayatını bütünleştirdiğini görebiliriz. Filmde, annesi öldükten üç yıl sonra Victor, annesinin mezarına ziyarete gider ve şu cümleler dökülür ağzından: “Ah anne, asla ölmemeliydin. Kimsenin ölmesine gerek yok, bunu durduracağıma söz veriyorum.Victor’un ölümsüzlüğü araştırmaya dair hırsı böylelikle ortaya çıkar. Filmde, Victor’un annesine olan düşkünlüğü Oidipus Kompleksi ile açıklanabilir. Çünkü Romanın aksine Branagh, ensest temasını oldukça yoğun bir şekilde kullanmıştır. Filmin ilerleyen dakikalarında Victor, annesine olan açlığını küçük yaşta yetimhaneden getirilen üvey kız kardeşi Elizabeth ile doldurmaya çalışır. İki karakterin öpüştüğü bir sahnede Victor: “Biz kardeş değil miyiz?“ der, Elizabeth ise şöyle cevap verir: “Kardeş, arkadaş ve sevgili.“


Hem romandaki hem de filmdeki bir diğer tematik özellik de insanın tanrıyla olan rekabetidir. Filmde Victor, Elizabeth ve küçük kardeşi William ile yıldırımdan yararlanarak elektrik sağladığı deneyler yapar ve elektriği onların vücudundan geçirir. Bu sahnede Victor Elizabeth’e nasıl hissettirdiğini sorar ve “yaşadığımı hissettirdi“ cevabını alır. Yakın plan çekimiyle parmaklarını birbirlerine uzatırlar. Bu sahne Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı eserine bir göndermedir. Victor bir tanrı edasıyla insanlığa bilgi verebileceğini hisseder en kuytularında, ve artık tüm hareketlerinde bilginin getirdiği kibiri görmek mümkündür.

Hırslarından dolayı Victor’un gözü artık hiçbir şeyi görmez olmuştur. Dünyaya ölümsüzlüğü armağan etmek için var gücüyle çalışır ve Prometheus’un tanrılardan ateşi çalması gibi o da ölümsüzlüğü var etmek için tehlikeli oyunlar oynamaya başlamıştır. Böylelikle anatomi eğitimi almak için üniversiteye gider ve kendini dış dünyadan izole ederek insan bedenleri üzerinde çalışmalar yapar. Nihayetinde insan elinden ortaya çıkan bir canlı yaratır: insan formunda fakat çirkin, korkutucu bir canavar, bir yaratık.

Bu felaketin, daha doğrusu sonsuz ıstırap ve titizlik sonucu şekillendirdiğim bu hilkat garibesinin karşısındaki duygularımı nasıl tarif etsem, bilmem ki? Kol ve bacakları orantılıydı, yüz hatlarını da gayet güzel seçmiştim güya. Ne güzeli! Yüce Tanrım! Sapsan teni kaslarını ve altlarındaki damarları zar zor örtüyordu. Saçı parlak siyah ve dalgalıydı. Dişleri inci gibi beyazdı ama tüm bu özellikleri, göz çukurlarının kirli beyazıyla neredeyse tıpatıp aynı renkteki buğulu gözleri; buruş buruş çehresi ve kapkara dudaklarıyla dehşet bir tezat oluşturmaktan başka işe yaramıyordu. (Shelley, 71)

Victor’un sözlerinde olduğu gibi, onun gözünde yaratık tıpkı bir şeytan gibi tasvir edilir. Var edilen şey, insanlığa bir yarar sağlamaktan uzaktır. Daha önceki birçok Frankenstein uyarlamasında yaratık, detaya inilmeden kötücül bir canlı olarak perdeye aktarılmıştır. Fakat Branagh’ın uyarlamasında Yaratık’ın, baba dediği yaratıcısı tarafından yalnız bırakılması ve istediği bir parça sevgiden mahrum edilmesi romana paralel bir şekilde işlenmiştir. Victor onu terk ettikten sonra Yaratık kendi çabasıyla hayatta kalmaya çalışır fakat çirkin bedeninden dolayı toplum onu reddeder, ona zarar verir ve karanlığa sığınmaktan başka hiçbir şey gelmez elinden.

Dünyaya geldiğim ilk zamanları güçlükle hatırlayabiliyorum, bu döneme ait bütün olaylar karmakarışık ve belirsiz. Bir sürü tuhaf duygu ele geçirmişti beni. Aynı anda görüyor, hissediyor, duyuyor ve koku alıyordum. Esasında duygularımın arasındaki farkı anlamam oldukça uzun bir süre aldı. Zavallı, yardıma muhtaç, mutsuz bir yaratıktım. Hiçbir şey bilmiyor, anlamıyordum. Her tarafım acıyordu, oturup ağladım. (Shelley, 111-112)

Yaratık yaşamı, yaratıcısı olmadan kendi çabalarıyla öğrenmek zorundadır; insanları öğrenir, onların dilini, onların kitaplarını okumayı. Bir gün kendi hayatından izler bulacağı John Milton’un Kayıp Cennet kitabını okuma fırsatı bulur. Yaratık, alegorik bir dille Adem ve Havva’nın cennetten kovulmasını anlatan Kayıp Cennet’i okurken, Adem’den dahi daha kötü bir durumda olduğunu fark eder. İkisi de yaratıcıları tarafından terk edilmiştir fakat Adem’in Havva’sı vardır, hiçbir zaman mutlak yalnızlığı tatmamıştır. Yaratık’ın kaderi Adem’inkinin aksine, Şeytan’la benzerlik gösterir; Şeytan da tıpkı Yaratık gibi yaratıcısının huzurundan kovulmuştur ve karanlıklara hapsolmuştur. Ona da kötü biri olmaktan başka hiçbir şans tanınmamıştır. Böylelikle Yaratık hem romanda, hem de filmde kendini Şeytan ile özdeşleştirir ve kötü olmak zorunda kalmak canını acıtsa da içindeki intikam hırsına yenik düşer. Ama kötü olmadan önce son bir şansı daha vardır. Adem’in Havva’ya sahip olması gibi Yaratık da ona yoldaşlık edecek bir yaren düşler; yaratıcısını bulur ve ondan onun yalnızlığına çare olacak bir yaratık daha yaratmasını ister.

Zavallı ben! Böyle umutsuzluk ve gazap içinde Nereye uçacağım? Uçacağım yön cehennem olacak, ben kendim cehennemim; en derinlerdeyim ve daha da derinler beni yutmak için bekliyor, önceki cehennem o zaman bana cennet gibi gelecek. O zaman yumuşayacağım, pişman olacağım bir yer olmayacak mı? (Milton, 84)

Shelley, romanın farklı bölümlerinde narratorları değiştirerek karakteri yakından tanıyabilmemize ve empati kurabilmemize olanak tanımıştır. Böylelikle, Victor’u ve Yaratık’ı kendi perspektiflerinden anlama fırsatımız olur. Branagh de bu empati hissine imkan vermek adına hem Victor’un hem de Yaratık’ın bakış açılarını kareye yansıtmıştır. Karakterleri tanırız, neyi neden yaptıklarını anlamaya çalışırız fakat iki karakter de büyük kötülükler yaptıkları için ikisinden birine haklı ya da haksız diyemeyiz. İntikam hırsıyla çıktıkları bu yolda iyi olan her duygunun tükeneceğini ve artık kendi sonlarına yaklaştıklarını iyi biliriz. Yaratık, Kayıp Cennet’teki Şeytan gibi pişman olsa da, davasından dönmez ve iki karakter aynı sonu paylaşırlar. Filmin sonunda Walton’la Yaratık’ın ilk ve son diyaloğu, pişmanlığı derinden hissettirir.


-Kimsin sen?
+Bana bir isim vermemişti.
– Neden ağlıyorsun?
+Çünkü o benim babamdı.

Wordsworth, William. “Prafece to Lyrical Ballad.“  London: Greenwood Press, 1979.
Bysshe Shelley, Percy. “Ozymandias.”
Shelley, Mary. “Frankenstein ya da Modern Prometheus.” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016
Milton, John “Kayıp Cennet.“ Pegasus Yayınları, 2015

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Savaş Vadisi
Mel Gibson’ı gerçekten çok severim. Çocukluğum William Wallace’ın asil mücadelesini tekrar tekrar...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir