Uncut Gems

Çağın Resmi: Uncut Gems

Safdie Biraderler, içinde bulunduğumuz çağın ruhunu en iyi şekilde yansıtan birkaç yönetmen arasındalar ve son filmlerinde bu özelliklerini mükemmelleştirerek bir anıt esere imza attılar. Uncut Gems, çağımızın alametifarikası olan hız, tempo, akışkanlık, yöndeşme gibi özellikleri bir yakıta dönüştüren, gürültülü, renkli, cafcaflı ve dinamik bir “delilik”; değil meramını idrak etmek, 140 dakika boyunca kendisine eşlik etmek, temposuna ayak uydurmak bile oldukça güç. Akşamdan sabaha gündemin değiştiği, sanat eserlerinin çok kısa sürelerde eskidiği, tüketim çılgınlığının tavan yaptığı, hızlı olmayanın kaybetmeye mahkûm olduğu, bağımlılıkların birer kimliğe dönüştüğü günümüz dünyasını tek bir esere indirgemek gerekirse o film büyük ihtimalle Uncut Gems olacaktır. Bu tarz “kesin” yargıların, üst üste sıralandığında, “Müslümanlara ve Yahudilere domuz eti haram kılındı çünkü haram kılındı” tarzı bir argümana dönüştüğünün farkındayım, o nedenle bunları, özellikle filmin küçücük bir parçası üzerinden, açıklamaya çalışacağım.

Cinsel organına çiçek bağlamış bir yerli, feneriyle karanlığı yaran bir madenci, şekerci dükkânının kapısında dikilen çocuk, silahaltına alınmış siyahi askerler, elinde basketbol topu tutan bir genç, açlıktan bir deri bir kemik kalmış Afrikalılar, yıkılmaya yüz tutmuş binalar… Hiçbir şeyleri, -“arabaları bile”- olmayan Etiyopyalı Yahudilerin madenlerden çıkardığı, içine bakınca “bütün evreni görebileceğiniz”, dinozorların çağından kopup gelen, rengârenk ve milyon dolarlık değere sahip opalin içine bakan Kevin Garnett’in karşısına çıkan, on saniyelik sahnedeki görüntülerden birkaçı. İlki ile sonuncusu arasında altı saniye bulunan, on yedi imaj. Saniyenin onda biri kadar sürede belirip kaybolan görüntülerin bazılarını görmek bile mümkün değil. Uncut Gems, günümüz dünyasının sıkıştırılmış örneğiyse, bu sahne de bir mikro-Uncut Gems. Garnett’in kişisel tarihinden kopup gelenler ile ait olduğu topluluğun, Siyahilerin acı, yoksulluk, ölüm dolu tarihini özetleyen görüntüleri iç içe geçiren opal, Garnett üzerinde nasıl bir etki bırakıyorsa, film de o etkinin bir benzerini kendi seyircisine yaşatıyor: Uncut Gems, bizzat, günümüz izleyicisi için bir opal. Görüntülerin hızlanmaya başladığı anda Garnett’in yüklendiği camekânı patlatması gibi, film tempo yapmaya başladığı her an -ki bu filmin ilk saniyesinden sonuna kadar geçen süre demek- izleyicisini işitsel, görsel, zihinsel bir bombardımana tutuyor, alabileceğinden çok daha fazlasını yüklüyor ve Garnett’inkine benzer, somut olarak gözlemlenebilecek birtakım etkiler yaratıyor. Şahsen, filmi izlerken önce “fiziksel” olarak etkilendim, migrenim tetiklendi, midem bulandı ve ter içinde kaldım. Kişiye özgü bir deneyim olduğunu düşünüyordum ama gördüğüm kadarıyla birçok kimsede benzer bir etki yaratmış. Filmin temposu, kakofonisi, bir disko topunu andıran renk paleti, tabiri caizse bir (anti) Stendhal Sendromu yaratıyor. Bir sanat eserinin ihtişamı, estetiği, güzelliği karşısında kendinden geçmek, artık eski çağlara ait bir kavram; o kadar çok filme, kitaba, resme, müziğe, imaja, bilgiye, yoruma maruz kalıyoruz ki herhangi birinden yeterince etkilenmek, üzerine düşünmek, sindirmek için vaktimiz ve enerjimiz kalmıyor. Uncut Gems’in yayınlandığı platform olan Netflix’in içeriklerinde olduğu gibi beş saniye içinde otomatik olarak sıradaki bölüme geçiyoruz. Safdie Biraderler de, bunun bilincinde olarak, kendi Stendhal Sendromlarını yaratıyor, hatta dikte ediyorlar. Bir müzenin duvarında asılı duran resim karşısında baygınlık geçirmek günümüzde pek mümkün olmadığından, o hissi, etkiyi başka bir şekilde, filmlerini kırk sekiz dakika boyunca nefes nefese kaldığımız bir basketbol maçı şeklinde tasarlayarak oluşturmayı amaçlamışlar: Uncut Gems, yüksek tempoyla oynanan, soluklanmanıza izin vermeyen bir basketbol maçı. Safdie’ler izleyicilerini yakalarından tutup parkeye fırlatıyorlar.

Safdie Biraderler, kariyerlerinin başından beri aynı kuyuyu kazıyorlar aslında; filmografileri bir örümcek ağına benziyor, her filmin ucu bir diğerine çıkıyor. The Pleasure of Being Robbed (2008), New York sokaklarını mesken tutan bir kleptomanın hikâyesi. Başrol oyuncuları Arielle Holmes’in, Josh Safdie’nin desteği ve teşvikiyle yazdığı –yayınlanmamış- otobiyografik eseri Mad Love in New York City’den uyarlanan Heaven Knows What (2015), uyuşturucu bağımlılığı ve saplantı üzerine kurulu. (Safdie’ler, Arielle Holmes’le, ileride Uncut Gems’e dönüşecek projeleri için Diamond District’te – Uncut Gems’in çekildiği yer- araştırma yaparken tanışmışlar ve kendisi –Julia gibi- bir kuyumcuda çalışıyormuş.) 2001 yazında LeBron James ve Carmelo Anthony gibi oyunculardan daha üstte görülen, gelecekte büyük bir NBA yıldızı olacağına kesin gözüyle bakılan Lenny Cooke’yi anlattıkları aynı isimli belgeselleri de can yakıcı bir başarısızlık öyküsünden ibaret (Garnett’in yanındaki karakter olan Demany’nin adı, muhtemelen, Lenny Cooke’nin en yakın arkadaşı Damany Eastman’dan geliyor). Adlarını bütün dünyaya duyurdukları Good Time (2017) da diğer eserleri gibi bir kaybeden filmi. Safdie dünyasında, kazanmaya ve kazanana yer yok, bu yüzden Uncut Gems’in sonunu daha ilk andan tahmin edebiliyorsunuz ama bu defa, devasa bir fark var: Uncut Gems zenginlerin oyunu. Önceki filmlerinde kimsesiz, fakir, alt sınıf ya da suçlu kahramanlar vardı ve bağımlılıklarına, eylemlerine, içine düştükleri durumlara dair sosyolojik temelli açıklamalar getirebilmek mümkündü. Uncut Gems’te ise bunların hiçbiri yok: Howard Ratner, kafasına silah dayayan alacaklılarına olan borcundan çok daha fazlasını dünyanın en saçma bahislerine yatıran birisi ve diğer Safdie karakterlerinin ancak rüyasında görebileceği bir yaşantıya sahip. Koca film boyunca nerdeyse hali vakti yerinde olmayan tek bir karakter dâhi görmüyoruz. Howard, filmin esin kaynaklarından Cassavetes’in The Killing of Chinese Bookie’sindeki (1973) Cosmo Vittelli gibi kendi arzuları, hırsı ve her şeyden önemlisi “stili” nedeniyle başını belaya sokan birisi ve taraftarı olduğu, 1973 yılındaki son şampiyonluklarının yüzüğünü parmağında taşıdığı New York Knicks’e benziyor: Her şeye sahip ve hiçbir şeyi yok. Oyun, şehir, takım ve karakter uyumu kusursuz.

Safdie Biraderlerin yüksek tempolu filmlerinin aldatıcı bir yönü var; durup düşünmenize izin vermiyorlar ve defolarını bu şekilde maskeliyorlar. Uncut Gems, bu açıdan da önceki filmlerinden ayrışıyor; bütün keşmekeşine, karmaşasınıza, gevezeliğine rağmen arkada derinlikli bir senaryo, anlam dünyası var. Nasıl ki opalin içindeki görüntüleri yakalayabilmek için hızı düşürmek gerekiyorsa, filmin arka planını, derinliğini kavrayabilmek için de durmak, durdurmak, üzerine düşünmek, tekrar tekrar izlemek gerekiyor. Tree of Life’den (2011) veya 2001: A Space Odyssey’den (1968) kopup gelmiş gibi duran, evrenden vücuda, geçmişten bugüne uzanan bir solucan deliğini andıran açılış sekansından tutun da makine çağının hırsızları olan ve Etiyopyalıların değerli taşlarını çalan Howard gibi her tarafı ona fayda getirmeyen elmaslarla donatılmış sevimli Gremlinlere; filmin de yapımcısı olan Martin Scorsese’nin New York’unun bugün evrildiği yerden Star Wars’ın kumarbaz Lando Calrissian’ına kadar birçok durağa uğramak, bir anlam çıkartmak, örüntüler kurmak veya Safdie’lerin küçük parçalara böldükleri senaryolarının her bir kısmına sahte gerilimler enjekte ederek merak duygusunu nasıl ayakta tuttuklarını incelemek mümkün. Çağımız gibi, filmin de her tarafında bilgi ve imajlarla yüklü. Uncut Gems’i büyük bir esere, başyapıta dönüştüren unsur ise, bunların büyük çoğunu fark etmenize, anlam arayışına girmenize ve bağıntılar kurmanıza gerek olmaması; filmin neresini tutarsınız tutun, elinize gelen her bir parça, filmin bütününü layıkıyla temsil ediyor. Karakter ile şehir ve takımı arasındaki uyumun bir benzeri, filmin parçaları ile bütünü arasında da var.

Uncut Gems, eşine az rastlanan bir film, kendi çağının ruhunu bu denli başarıyla yansıtan bir sanat eserinin, birkaç yıldır yönünü tayin etmek için yüzünü bir geleceğe, bir geçmişe dönen Akademi tarafından ıskalanması, görmezden gelinmesi sinema dünyası için büyük talihsizlik. Sinema sanatı köklü bir dönüşüm içine girmişken, o dönüşümün belgesi olan bu tarz filmlerin kıymeti ileride daha iyi anlaşılacaktır. Safdie Biraderler ise Cassavetes’ten, Scorsese’den devraldıkları bayrağı her filmlerinde daha da yukarıya taşıyorlar. Bu filmi aşabilecek bir eser ortaya koymaları kariyerleri boyunca mümkün olmayabilir ama sıradaki filmlerini merakla beklemek, boynumuzun borcu artık.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Somewhere, in the Night- 4: The Stranger
Kara film bahsi açıldığında akla ilk gelen isimlerin başında Orson Welles yer...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir