HÜKMETMEYE MUKTEDİR ATAERKİL ERKEK VE APOCALYPSE NOW
Hiç kuşkusuz ki İtalyan Amerikalı yaşayan efsanevi yönetmen Francis Ford Coppola’nın 70’lerdeki nirvanasının son halkası olan Apocalypse Now (Kıyamet) dünya sinema tarihinin en güçlü filmlerinden biri. Öyle ki Coppola, 1979’da katıldığı Cannes Film Festivali’nde filmin gösterileceği salona girmeden önce “bu film Vietnam’la ilgili bir film değil, Vietnam Savaşı’yla ilgili bir film de değil. Kendisi Vietnam!!” demişti. Bu çok iddialı cümleyi okuduktan sonra dumur olabilecek okuyuculara Eleanor Coppola’nın Apocalypse Now’un baştan sona çekim sürecine odaklanan müthiş belgeseli Heart of Darkness: Making of Apocalypse adlı belgeselini tavsiye etmekten ayrıca onur duyuyorum.
Filme yeniden gelecek olursak çok kapsamlı, onlarca kavram üzerinden okunabilecek bir film olan Apocalypse Now’u bu yazımızda ataerkil toplum üzerinden, vahşi kapitalizmle birlikte sürekli hedonist bir zafer duygusuna mecbur bırakılan Amerikan toplumunu tartışacağız. Herkese iyi okumalar dilerim.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Çoğu kişi bilir ki Apocalypse Now asla normal bir savaş filmi değildir. Felsefi ve sosyolojik tonla alt metin içeren, insanın karanlığını en gerçekçi şekilde yansıtan filmlerden birisidir. Yine Coppola’nın The Godfather’ında Michael Corleone’nin asla kaçamayacağını bildiği ‘kaderi’ gibi bu filmde de genç Yüzbaşı Willard, bir nevi kaderinden kaçamayacağı bir yolculuğa çıkar. Özellikle Rus Edebiyatı yazarlarına atfedilen “bütün muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” mottosunun Apocalypse Now’da da çok iyi işlendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Willard’ın bizzat öldürmesi için gönderildiği, isyan ederek Vietkong’a katılan Albay Kurtz’ü bulma yolculuğunda onunla ilgili başlarda hissettiği bilmeme duygusu yerini önce gizeme, sonra da hayranlığa bırakır. Çünkü Kurtz Vietkong’lara karşı ülkesi Amerika’nın saflarında savaşmaktayken bir nevi içindeki benliğe, tek bir kıvılcımı bekleyen tarafına teslim olmuş ve taraf değiştirmiştir. Willard da filmde gözüktüğü ilk andan itibaren kendinde olmayan, arayışlar içine giren, aidiyet hissinden hayli yoksun bir karakter olarak göze çarpmaktadır.
Kurtz ise tam anlamıyla kendi olmanın verdiği hazla katliam emirleri vermektedir. Tıpkı karşılarındaki ülke olan Amerika’nın onlara yaptığı gibi. Vietnam Savaşı’nın sonunda özellikle Amerikan gençliğinin ve halkının yaşamış olduğu yenilmişlik hissi ve derin hayal kırıklığının film karakterlerinden Willard’da bütünleştiğini ve içini kemirdiğini söyleyebiliriz. Bunun için kendisine verilen emirlere uymalı ve ülkesi için küçük de olsa bir zafer kazanmalıdır. Bunu yaparken elbette ataerkil eril sistemin yetiştirmiş olduğu bir beyaz Amerikalı erkek olarak tüm zevklerden, duygulardan da, çarpık Amerikan yaşam tarzının tüm nimetlerinden de faydalanacaktır ancak bunları yaparken kendisine eşlik eden birlikteki diğer tüm askerlerle birlikte yavaş yavaş kafayı sıyırmanın eşiğine de gelecektir.
Öldürmenin verdiği ‘haz’ ve üstünlük hissi yolculuk ettikleri askeri teknedeki tüm askerleri bir yerden sonra içinden çıkılmaz bir noktaya getirdikten sonra hayatlarına da mal olur. İşte buradan sonra Willard, artık Kurtz ile tanışır ve onun kanunlarıyla, doğduğundan beri kendine öğretilenler arasında kalarak çok ciddi bir muhakemeye girer. Bu muhakeme Kurtz’e hak vermesiyle, sonunda onu öldürerek insanoğlu’nun en eski geleneğini, hayatta kalmak için diğerini öldürmeyi sürdürmesiyle sonlanır. Kurtz’ün yerini artık Willard alır ve kabileye, dünyaya hükmeder.
AMERİKAN YAŞAM TARZI TARTIŞMASI
Filmin görüntü yönetmeni Vittorio Storaro, Eleanor Coppola’nın belgeselinde yönetmen Francis Coppola’yla efsanevi açılış sekansıyla ilgili aralarında geçen diyaloğu şöyle anlatıyordu:
“Vittorio, unutma! Bu Vietnam Savaşı’nı anlatan bir film değil sadece. Bu büyük bir gösteri. Amerikalılar nereye giderlerse gitsinler büyük bir gösteri çıkartmasını bilirler. Işıklarla, müzikle büyük gösteriler yaparlar”.
Coppola’nın bu cümlesinden sonra da Storaro aşağıdakileri söylüyordu:
“Çatışma sekansına Wagner’i koyma fikri bile gösterinin parçası. Operanın bir parçası. Amerikan halkının sahip olduğu büyük fantezinin bir parçası.
Bu diyalogdan da görüleceği üzere Coppola burada yayılmacı Amerikan Kapitalizminin yanı sıra dünyaya egemen olmuş kültür emperyalizmini de yermektedir. Geçmişinde yapmış olduğu sosyolojik, ideolojik okumalarla yönetmenliğine neler kattığı burada çok net görülüyor. Amerika’nın Soğuk Savaş devam ederken ve sonrasında düşlediği dünya hakimiyeti ‘hayalinin’ bir yönetmen tarafından film çekerken bir sette böyle tartışılması ve filmin estetiğinde yarattığı olumlu etki gerçekten çok enterasan. Uzun lafın kısası burada sinemanın evrenselliğini, içinde bulundurduğu çoklu katmanlara şahit oluyoruz. Siyaset, sosyoloji, felsefe ve daha onlarcası sinemanın içinde aynı Apocalypse Now gibi kusursuzca yoğurulduğunda ortaya böyle başyapıtlar çıkıyor.