Bir Hikaye, İki Film, Tek Gerçek

Gabriel Garcia Marquez, “İlk öyküler kitabı Bestiario’yu okumuş, daha ikinci sayfasında, büyüyüp adam olduğum zaman böyle bir yazar olmak istediğimi anlamıştım.” der Julio Cortazar için ve bu iltifat, Cortazar’ın nasıl bir “ilham kaynağı” olduğunun en güzel özetidir. Fantastikle gerçek arasında konumlanan yazarın her öyküsü, gerçeğin görünenden çok daha fazlası olduğuna işaret eden, okuyucu bilinmezliğin sınırlarındaki kapılara götürüp eline bir anahtar tutuşturan benzersiz eserlerdir. Kapıların ardındaki sonsuz ihtimalin her birini, hiçbirine elini sürmeden, olduğu gibi okuyucuya bırakan Cortazar, bir ilham verici olarak gerçeğin öte tarafına ışık tutarak okuyucuyu aydınlatır. Kendisi bir aracı, öyküleri de bir anahtardır ve bundan sonrası sadece okuyucuya kalmıştır. Gerçeğin ötesine dair tüm bu öykülerin içerisinde bir tanesi vardır ki, Cortazar’ın bütün özelliklerini bünyesine toplamayı başararak yazarın ait olduğu sanat dalını bile aşmasına olanak sağlamıştır: Şeytanın Salyaları.

Cinayeti Gördüm adıyla dilimize çevrilen Şeytanın Salyaları, her şeyden önce bir “anlatı” harikasıdır. Klasik anlatı kalıplarının hepsini elinin tersiyle iten Cortazar, bir hikayeyi, anıyı ya da fıkrayı neden anlatma ihtiyacı duyduğumuza ve anlatıcının, anlatıyı anlatmak için doğru kişi olup olmadığına dair birtakım cevapsız sorularla başlar Şeytanın Salyaları’na. Bu paradokslarla da yetinmeyen yazar, “Şimdi mademki en sonunda anlatmaya başlayacağız” diyerek bir anlatının hangi zamanda ve ağızla anlatılması gerektiğine dair sorular yöneltir: Geçmiş zamanla mı, şimdiki zamanla mı ya da birinci tekil şahıs ağzından mı, yoksa üçüncü çoğul şahısın gözünden mi? Cevabı soruyu sormadan, en başta vermiştir zaten: “Biz ayın doğaraklığını göreceğim. Ben gözlerimizin ardında acı duyorsun…” Kimi zaman öznesi birinci tekil şahıs olan cümlenin yüklemi ikinci tekil şahısla biter, kimi zaman hikayenin kahramanı Roberto Michel ben, sen, o ya da biz olur. Ne anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığının önemli olduğu, durmadan akıp giden bulutların gölgesinde kaleme alınmış bir eserdir karşımızdaki.

Ne anlatıldığına geçtiğimizde ise karşımıza yalın bir “fotoğraf” çıkar: Bir kasım sabahı, Paris’te, kuytu bir parkta, kahramanımız Michel tarafından çekilmiş, ürkek bir tay gibi davranan genç bir erkekle, -kibarca- erkek kadar genç olmayan, delici bakışlara sahip sarışın bir kadının oluşturduğu “çiftin” fotoğrafı. Bütün hikaye, bu basit fotoğrafın akla düşürdüklerinden doğmuştur: Kimdirler, ne yapıyorlardır, neler yapabilirler, kadrajın içindeki gerçekler kadar kadraja sığmayan “hayaller”, şimdi, geçmiş ve gelecek, iyi ve kötü, kurban ve katil… Tekrar tekrar oynatılan bir fotoğrafın gerçek ve gerçeğin ötesindekilere dair akla düşürdüğü tohumlar, Cortazar’ın hikayesi bitmesine rağmen, Antonioni, De Palma, Coppola gibi isimler tarafından sulanıp büyütülür, o tohumlardan Blow-Up (1966) ve Blow Out (1981) gibi ağaçlar çıkar…

Blow Up FikriSinema

Antonioni’nin Blow-Up’ı, Şeytanın Salyaları’nın saf bir uyarlamasıdır; eline tutuşturulan anahtarla hikayenin içine giren Antonioni’nin bulduğu gerçek, Cortazar’ın hayalidir. Antonioni’nin filmlerinde insan kalabalıkken yalnız, yalnızken olabildiğince kalabalıktır ve Şeytanın Salyaları’ndaki Şilili Fransız Michel de tipik Antonioni karakterleri gibidir, bu durum yönetmenin işini kolaylaştırır, Cortazar’ın hayalini Michel üzerinden kendi gerçeğine dönüştürür. Hikayede olduğu gibi filmin merkezinde bir “görüntü” vardır, tesadüfen çekilmiş fotoğrafların arasına gizlenmiş bir …’nın görüntüsü. Fotoğraflar basılıp duvarlara asılır, uç uca eklenir ve ortaya, orada olmasına rağmen orada olmamıştan farkı olmayan bir başka gerçek çıkar: “Rüyasında kelebek olduğunu gören bir adamın, uyandığında, rüyasında kelebek olduğunu görmüş bir adam mı, yoksa rüyasında insan olduğunu görmüş bir kelebek mi olduğunu anlayamamasına” benzer bir yanılsamadır bu gerçek.

Blow Out FikriSinema

De Palma’nın Blow Out’u ise, Cortazar’ın öyküsünün verdiği özgürlüğü sonuna kadar kullanan, serbest, Amerikanvari bir esinlenmedir. De Palma, hikayenin ne anlattığıyla değil, “ne anlatmadığıyla” ilgilenir ve Cortazar’ın hikayesiyle Antonioni’nin filminin bittiği yerden başlar anlatmaya. Anlatırken de madalyonun öteki yüzüne odaklanır; Fotoğrafçı Michel sesçi Jack’e, görüntü sese, göz kulağa bırakır yerini. Michel’in gördüğünü, Jack işitir; Antonioni’nin çektiği siyah beyaz fotoğrafı, atılan bir çığlıkla De Palma renge bürür. Cortazar’dan De Palma’ya, Paris’ten New York’a, görüntüden sese,  gerçekten hayale uzanan bu yolculuktan geriye, benzersiz bir hikaye ve iki enfes film kalır. Bir de durmadan akıp giden, şekilden şekle bürünen, küçük, gri bulutlar.

Kitabı Can Yayınları‘ndan satın almak için buraya tıklayınız.

Cinayeti Gördüm Cortazar Can Yayınları FikriSinema

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Bilimkurgunun Yeni Evi: Neill Blomkamp’ın Oats Stüdyo’su
Hitchcock ve John Ford’un çağı tepelerin ardında kaldı, artık yönetmenler İsveç çakısı...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir