GERÇEKÇİLİĞİN, KIŞKIRTICILIĞIN VE YÜZLEŞTİRİCİLİĞİN ŞAİRİ; MICHAEL HANEKE (BÖLÜM II)

Michael Haneke ilk uzun metrajlı filmi olan Seventh Continent (Yedinci Kıta)’ı 1989’da çektiğinde 45 yaşındaydı. Arkadan sırasıyla 1992’de Benny’s Video (Benny’nin Videosu), iki yıl sonra 71 Fragments of a Chronology of Chance (Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası), 1997’de uluslararası üne kavuşmasını sağlayacak olan Funny Games (Ölümcül Oyunlar), 2000’de Code: Inconnu (Bilinmeyen Kod), bir yıl sonra Cannes’ta ödül şovu yapacağı La Pianiste (Piyanist), 2005’te Cache, 2009’da White Ribbon (Beyaz Bant), 2012’de Amour (Aşk) ve son olarak 2017’de ise Happy End (Mutlu Son) gelecekti.

Yazının I. Bölümünü Okumak İçin Tıklayınız

LA PIANISTE: 2001

La Pianiste, Michael Haneke’nin 2000’lere damgasını vuracağının en büyük kanıtlarından biri olarak görülen, modern sinemanın en unutulmaz oyunculuklarıyla şahlanan bir film. Hem Isabelle Huppert’in, hem de Benoit Magimel’in Cannes Film Festivali’nden en iyi oyuncu ödülleriyle dönmelerinin yanı sıra La Pianiste, en iyi yönetmen dalında Haneke’ye de ödül kazandırarak Cannes’ta tam anlamıyla şov yaptı.

La Pianiste’yi kendinden önceki Haneke filmlerinden ayıran en büyük özelliği ise hiç kuşkusuz ki en karakter odaklı film olması. Orta yaşlarının sonlarında olmasına karşın annesiyle yaşamaya devam eden, mesleği olan piyano öğretmenliği haricinde hiçbir şekilde sosyalleşemeyen ama hepsinden önemlisi ‘bilmeyen’ bir karakter Isabelle Huppert’in Erikası. Yıllar yılı bastırılmış bir şekilde içinde sıkışıp kalan cinselliği kendinden hayli genç olan Walter adlı öğrencisi ile tanıştığında istemsizce dışa vuran Erika, yıllardır yaşayamadığı tüm hayatı Walter’la yaşamaya karar veriyor.

Isabelle Huppert, Benoît Magimel – The Piano Teacher (2001)

Ergenliğinde yapamadığı isyan, porno izlemek ve hatta usturayla vajinasına kesikler atmak gibi. Ancak Haneke burada göstermek istediği şeyi, vermek istediği mesajı kusursuzca veriyor. Biz seyirciler de bunu fark ediyoruz ki Erika bu davranışların hepsini yaparken bilmeyerek yapıyor, mesela Walter’ı ders esnasında defalarca öpmeye kalkıyor, öpüyor da ama bilmiyormuş gibi öpüyor, sevişiyor ama bilmiyormuş gibi sevişiyor. İlk defa dondurma yiyip ağzını, yüzünü, giysilerini dondurmaya bulaştıran bir çocuk gibi görünüyor adeta Erika.

Filmin bu kadar güçlü olmasının bir başka yanı da baş karakter Erika’nın psikolojik ruh haline mükemmel bir şekilde uyan renk paleti ve sinematografi. Haneke sinemasına genel olarak hakim olan baskın, kasvetli bir griye çalmış bir sarı, durmayan ve sürekli yağan bir yağmur Erika’nın hapis şeklinde yaşadığı evden çıktığında dahi kasvet içinde olduğunu çok iyi betimliyor. Sinemada genellikle arınma, temizlenme gibi anlamları olan yağmur bu filmde ise tam tersi bir anlam taşıyor. Ki Michael Haneke sinemasını düşündüğümüzde zaten popüler herhangi bir şey onun filmlerinde farklı anlamlar kazanıyor.

 

CACHE: 2005

Michael Haneke’nin Cannes’da bir kez daha şov yaptığı Cache, sadece Haneke’nin kariyerinin değil, 21. Yüzyıl’ın da en iyi filmlerinden biridir. Haneke eşliğinde Georges & Anne klasiğine geri döndüğü ve belki de bu filmlerin en iyisi olabileceğini bize düşündüren Cache, Cannes’da En iyi yönetmen ve Uluslararası Eleştirmenler ödülünün sahibi olarak büyük sükse yapmıştı.

Filmde başarılı bir televizyon programcısı olan Georges ile aile dostlarının yanında çalışan eşi Anne’nin ve ergenliğini yaşayan çocukları Pierrot’un huzurlu hayatlarının kimliği belirsiz bir kişiden gelen kasetlerle yavaş yavaş bozulmaya başlamasını izleriz. Bu kasetleri gönderecek akla gelen kimse yoktur, ailenin herhangi bir düşmanı yoktur. Ancak Georges’un aklında birisi vardır. Yıllar önce, Fransa – Cezayir Savaşı sırasında onların malikanesinde anne babasıyla yaşayan ancak onların savaşta öldürülmesiyle manevi evlatları olmaya aday olan Majid. Majid halen Georges’un rüyalarına da girmektedir.

Juliette Binoche, Daniel Auteuil – Caché (2005)

Georges ise bunu ilk başta eşi Anne’ye anlatmaz, polise başvurmadan bu durumu kendi imkanlarıyla sorgulamaya devam ederler. Bunlar olurken bir gün karakoldan çıkmaktalarken önlerinden bisikletiyle bir siyahi çok hızlı bir şekilde geçer. Georges sakin bir şekilde kişiyi uyarabilecekken içinde yerleşmiş olan ırkçı dürtülerle daha ilk andan itibaren ona hakaret eder ve alçaltıcı sözler söyleyerek aşağılar, Anne’nin araya girmesiyle taraflar sakinleşir. Bir başka sahnede Georges’un programına alacağı bir konukla ilgili yaptığı eşcinsellik otosansürüne tanıklık ederiz. Yani Georges aslında günümüz modern burjuva insanının tüm kodlarını taşımaktadır neredeyse. Aleni olmayan ancak yeri geldiğinde dışa vurulabilecek bir ırkçılık, homofobi, kibir, ego ve daha birçok şey.

Majid’i suçlamasının altında da bu yatmaktadır aslında. Çocukluğundan beri ona beslediği sınıfsal ve ırksal nefret. Yıllar sonra kapısına dayandığında ise Majid’in hayatı da mahvolacaktır. Sorgulanmasının ardından Georges’u evine çağırır ve birden bire jiletle boğazını keserek intihar eder. Georges elbette şok olur ilk başta ancak sonra hiçbir şey olmamış gibi evine geri döner ve yatağına yatar. Yatağına yattığına geçmişte Majid’in istemediği bir başka aile tarafından Georges’un ailesinden koparıldığı anı görürüz ve ekran kararır.

Kasetleri göndereni hiçbir zaman öğrenememizin sebebi onun Georges’un geçmişinden bugüne gelen bir hayalet olmasıdır. Tamamen bir metafordur, herkes olabilir ama Georges o olmadığı halde Majid’i seçmiştir. O görünmeyen bir hayalettir, aynı faşizm gibi, ırkçılık gibi. Ve tüm bunların ağırlığıyla yatağına yatar Georges.

 

DAS WEISSE BAND (THE WHITE RIBBON) 2009

Michael Haneke 2000’li yıllarda 90’lara oranla daha sessiz ilerlemekteydi. Code Innonnu ve La Pianiste’ten sonra 2007’de kariyerinin en “popüler” filmi Funny Games’in birebir aynı isimle ve aynı senaryoyla ancak popüler Amerikalı oyuncularla remake’ini çektikten sonra 2009’a kadar film çekmedi. 2007 yapımı Funny Games’i incelemememin sebebi de aslında çok basit çünkü film tamamen 97 yapımı orijinaliyle aynı, sadece oyuncuları farklı.

2009’a geldiğimizde ise Haneke kariyer anlamında en pik noktalarından birine ulaşmıştı. Çoğunluğu amatör çocuk oyunculardan oluşan Das Weisse Band (Beyaz Bant), bir Alman kasabasında belirli aralıklarla gerçekleşip halkı yavaş yavaş korkuya sevkeden olayların arasında, yaklaşmakta olan I. Dünya Savaşı’nın da gergin atmosferinin halk üzerinde yarattığı paranoyayı anlatır. Tüm bu olaylar ise kasabaya yeni gelen genç öğretmen tarafından arka fonda kendisinin anlatıcı sesi eşliğinde anlatılır. Olayların gerçekliğinde ise kuşku ve şüpheler vardır. Şimdi ise filmin analizine geçebiliriz.

“Anlatacaklarım belki de bu ülkede olmuş bazı şeyleri açıklığa kavuşturabilir”

Film öğretmen Friedel’in arkada anlatıcı olarak söylediği bu cümleyle başlıyor ve bu cümle filmin anlattığı çok kutuplu ve çeşitli kavramların hepsini tek bir satırda anlatmamıza yetebilecek bir cümle. Film ilk olarak kasabadaki küçük bir çocuk olan Sigi’nin geçirdiği bir “kaza”yı ardından onu tedavi etmek için olay yerine atıyla gitmekte olan doktorun geçirdiği tuzaklı kazayla başlıyor. Daha bu anlardan itibaren bir tekinsizliğin içine giriyoruz çünkü bu eylemleri yapanlar hiçbir şekilde gösterilmiyor, karakterler kurulmuş tuzaklara düşüyorlar.

Thibault Sérié – The White Ribbon (2009)

Elbette bu iki olay bile halkı yeterince germeye yetiyor. Hemen sonrasında ise kasabanın ruhban okulunu ve oradaki çocukları görüyoruz. Sigi de orada bir öğrenci ve diğer çocuklar tarafından da tanınıyor. Bu olaylardan sonra ilk olarak köyün ağır toplarından olan bir ailenin tarlası yağmalanıyor, sonra malikaneleri yakılıyor, başka insanlar da kimliği belirsiz kişilerce saldırılara uğruyor.

Filmi izlerken ve filmi bitirdiğimizde ise şunu anlıyoruz ki Haneke’nin suçları kim veya kimlerin işlediğiyle ilgili bir derdi yok. Bu olaylar yaşanırken genel olarak filmdeki baş çocuk karakterlerin ev içi aile hayatlarına şahit oluyoruz. Daima Tanrı yerine konulan bir baba, cinsiyeti yüzünden dışlanmış anne karakterler aileleri oluşturuyor. Bir sahnede ise çocuklardan biri şöyle bir cümle kullanıyor:

“Tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim. Böyle bir şey yapmadı. Demek ki benden memnun”.

Çocuğun burada tanrı olarak bahsettiği kişi elbette babası ve ona göre işlediği suçun cezasının ölüm olduğunu kendi kafasında kurmuş ancak bu olmayınca şaşırmış bir çocuk. Burada ailelerin çocuklarına yaşattığı fiziksel şiddet, zorbalık, dini baskı gibi şeylerin çocuk algısındaki karşılığının nerelere varabileceğini görüyoruz. Haneke’nin filmle ilgili söylediği; “siyasi ya da dini her türlü terörizmin kökeni” açıklaması her şeyi açıklıyor aslında. Filmdeki çocuk karakterler neredeyse her türden şiddete maruz kalıyorlar ve bu şiddetin onları gençlik ve yetişkinliklerinde götürebileceği nokta ise hepimizin malumu. Film 1913-1914 yıllarında geçiyor, 19 yıl sonra Naziler iktidara gelecek, ondan 6 sene sonra ise Dünya tarihinin gördüğü en büyük savaş yaşanacak.

Film tam olarak Nazi dönemindeki saf görünen kötülüğün temellerine iniyor, o dönemlerde genç ve yetişkin olacak, katliamlarda, işkencelerde bizzat yer alabilecek yaşlarda olacak insanların çocukluklarını gözler önüne seriyor. Tanrı nadalarıyla kendilerine uygulanan zorbalık, ezilme ve şiddete karşı sadece Alman çocuklarının değil dünyanın herhangi bir halkının çocuklarının, hayvanların, tüm canlıların bir zorbaya nasıl dönüşebileceğinin analizini yapıyor. Bunu yaparken de başta şöyle zekice bir yola başvuruyor Haneke anlatıcı yoluyla. Anlatıcı yaşlı sesiyle; “O yıllarda köyde yaşananlar gerçekten oldu mu emin değilim ancak olanları da hatırladığım kadarıyla bilmeniz gerektiğine inanıyorum”. Film boyunca işlenen tüm suçların faili meçhul olarak gösterilmesinin filme kattığı ise tam olarak bu. Çocuk yaşta uygulanan her türlü zorbalığın, ilerleyen zamanda mutlaka bir geri dönüşü olur, olacaktır. Burada Michael Haneke’nin 2018’de çocuklarla ilgili yaptığı şu açıklamayı hatırlamakta fayda olacağını düşünüyorum:

“Çocukların masum olduğunu düşünmüyorum. Çocuklar masum değil, naifler ve denileni olduğu gibi öğreniyorlar. Çocuklar ne tam anlamıyla masum ne de canavardır. Onlar da hepimiz gibi ortada bir yerdedir”.

Final ise tamamen ‘yaşananlar ışığında gelecekte neler yaşanacağını artık tahmin edersiniz’ şeklinde bir açık sonla bitiyor. Hemen öncesinde savaşı başlatacak olaylardan olan Franz Ferdinand’ın uğradığı suikast haberini alıyoruz. Haneke Beyaz Bant adlı filminde önceki filmlerindeki şiddete uğrayan aile gibi olaylar yerine faşizmin temelleri, olası nedenleri, ‘çocuk insanların’ oynayabileceği kilit roller, din, baba gibi olguları kullanarak en evrensel filmlerinden birini hediye ediyor bizlere. Filmin 62. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandığını da belirtmeden geçmeyelim.

KAYNAKÇA: https://mozartcultures.com/bir-cocuk-hikayesi-beyaz-bant/

 

AMOUR: 2012

Michael Haneke bir önceki filmi White Ribbon (Beyaz Bant) ile Cannes’da Altın Palmiye kazanarak ne denli büyük bir yönetmen olduğunu bir kez daha ispat etmişti ancak durmaya niyeti yoktu. Seventh Contenant’tan Code: Innonnu’ya kadar ki tarzının dışına çıkmaya başlaması onu yeniliklere de açık bir yönetmen yapmakta kalmamış aynı zamanda ne kadar ufku açık bir yönetmen olduğunu da dünyaya kanıtlamasını sağlamıştı. Artık filmlerinde şiddetin dozu biraz daha azalarak yerini daha çok finalde her şeyin açıklandığı filmlere bırakmıştı. Filmin giriş ve gelişmesindeki şiddet artık pik yapan final sahnelerinde kendini gösteriyordu. Bu özellikle 2005 yapımı Cache’de seyirciyi şoka uğratmış ve büyük beğeniyle karşılanmıştı.

Amour ise Haneke’nin tüm filmlerinden biraz daha farklı. Merkezde geçmişlerinde müzik öğretmenliği yapmış Georges & Anne çifti bulunuyor. Eski öğrencilerinin yönettiği müzikallere gidiyorlar ve gayet mutlular. Ancak Anne’nin bir sabah kahvaltı esnasında aniden geçirmeye başladığı kısa süreli felç nöbetleri çiftin hayatını bambaşka bir noktaya taşıyor. Anne’nin durumu yavaş yavaş ağırlaşıyor ve en sonunda tamamen konuşması da bozularak yatalak oluyor. Bütün bunlar yaşanırken de yanında iki kişi var. Ona müthiş bir bağlılık ve vefayla bağlı olan eşi Georges ve haberleri alır almaz Avrupa’dan çıkıp gelen orta yaşlı kızları Eva.

Eva daha çok mutlaka bir tedavi yöntemiyle bir şekilde annesinin yeniden hayata döndürülebileceği üzerine kafa yorup bu mesajı vermeye çalışırken Georges ise sadece Anne’nin istediklerini yerine getiriyor. Aslında hem onu hem de kendini bir nevi mutlak sona hazırlayan Georges. Tuttukları hemşireleri bir bir kovmaya başlayan Georges tüm ipleri eline alıyor. Artık Anne öyle bir duruma geliyor ki yaşıyor gibi değil, sadece evde bir ses gibi, hem o çok acı çekiyor, hem de Georges da karısının bu acısına bir derman bulamamaktan yakınıyor. En sonuna onun hayatına son verdiğinde Anne’yi çektiği acılardan kurtarıyor, kendisi de yeni bir yaşama başlıyor aslında.

Emmanuelle Riva, Jean-Louis Trintignant – Amour (2012)

Filmin neredeyse bütününe hakim olan kasvetli ev içi sinematografisinin yerini artmaya başlayan bir güneş ışığı alıyor ve en önemli anlardan biri gerçekleşiyor. Dışarıdan eve girmiş olan bir martıyı fark ediyor Georges ve martı da tıpkı karısı Anne gibi çıkmaya çalışıyor evden, uçmaya çalışıyor ancak bir türlü kanat çırpamıyor veya yeniden yere düşüyor. Georges ona bir örtüyle sarılıp koynunda tutuyor onu. Bu artık Georges’un tamamen yeni hayatının başlangıcının bir metaforu, aynı zamanda geçmişte karısına sarılışı gibi güvercine bir sarılış aslında. Burada hem karısına, hem de geçmişteki huzura sarılıyor Georges, özlemle o günleri anarak. Şunu da hatırlatmak gerekiyor ki filmin ortalarında, Anne henüz daha tam yatalak olmamışken de eve güvercin giriyor ve Anne onu öldürmeye çalışıyor ancak başaramıyordu. Sonrasında karısının cesedinin üzerine ve etrafına çiçekler, bitkiler serpiyor, hem çevredekiler rahatsız olmasın, hem de o ceset kokusu duyulmasın diye. Karısını bir nevi güzel kokularla, geçmişteki huzurun yerini çiçek kokularına bırakarak uğurluyor Georges. Bunu yaparken evin kapı kenarlarını da bantlayarak güzel kokunun dağılmasını da engelleyerek sadece evde kalmasını sağlamaya uğraşıyor.

Finalde ise karısının seslerine uyanıyor, mutfakta kahvaltı hazırlayan Anne ve onunla konuşup eskisi gibi huzur içinde evi terk eden Georges. Geçmiş ne olursa olsun peşimizi bırakmıyor ve ona duyulan özlem her daim artarak devam ediyor.

Filmdeki öldürme kararı ve uygulanışı bencillik gibi de geliyor vefa gibi de. Haneke çok ince şekilde çizmiş kesinlikle bu çizgileri. Biri ağır basarken öbürü geliyor, diğeri ağır basarken öbürü. Çiçek sahneleri ve güvercin sekansı her şeyi açıklıyor gibi gözükürken finalde özlem duygusu ağır basıyor ve bir Michael Haneke gibi daha önceki hiçbir filmde olmadığı kadar olumlu, umutlu bitiyor.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir