DÜŞÜNMENİZE FIRSAT VERMEYEN BİR FİLM: “CLOUDS OF SILS MARIA”
Gerçek ile kurgunun sınırlarında dolaşmak, o sınırı eğip bükmek hem edebiyatçılar hem sinemacılar için öteden beri cazip bir olgudur. “Clouds of Sils Maria” da bu alana meyleden, gerçekle kurgunun iç içe geçtiği, gerçeğin kurguyu oluşturduğu kadar kurgu tarafından yaratılan gerçekleri ele alan yazılı ve görsel bir eser. Kitaptan uyarlanan bir filmin 20 yıl sonra tiyatroya aktarılma sürecini anlatan ve bu üç dalın arasında gidip gelen film, iddiasının altını doldurmak için büyük bir çaba gösteriyor.
Maria Enders (Juliette Binoche) orta yaşa ulaşmış “geleneksel” bir aktristir, tutkuları ve hayata bakış açısı zamanın gerisinde kalmaya başlamıştır. 20 yıl önce onu üne kavuşturan filmde, orta yaşlı ve varlıklı bir kadın olan Helen’i baştan çıkartan Sigrid’i canlandırmıştır Maria; yıllar sonra Helen’i canlandırması teklif edildiğinde, role hazırlanmak için, eserin yaratıldığı topraklar olan Sils Maria’nın dağlarına yerleşir ve bu süreç, içsel bir yolculuk olmaya başlar. Hayata hep Sigrid’in gözünden bakan ve her daim Sigrid olarak kaldığını düşünen Maria, Helen’in karakterini içselleştirmede sıkıntılar yaşar. Helen’i kabullenmesinde engel teşkil eden özelliklerin her birini kendinde keşfetmeye başladığında ise, artık Sigrid olamayacağını anlar ve dışsal, kurgu bir karakter aracılığıyla öz yaşam öyküsündeki dönüşümü fark eder.
Maria’nın bu dönüşümü, derinlikli olmasına rağmen, Olivier Assayas tarafından ısrarla yüzeyselleştiriliyor; karakterin her eylemi, yolculuğundaki her kırıntı mutlaka “dillendiriliyor” ve bu yaklaşım keşif sürecinde Maria’ya eşlik etmemizi olanaksız kılıyor. Maria’nın günümüzün beğenilerine burun kıvırışı, Valentine’in (Kristen Stewart) anlamsız varlığı ya da Jo-Ann’in (Chloë Grace Moretz) Sigrid’le özdeşleştirilmesi kör göze parmak bir şekilde vurgulanıyor, her yardımcı fikrin altı ise kalın kalın çiziliyor. Anlaşılamama kaygısının doğurduğu bu sonuç, soruların ve cevapların elinizde olduğu bir sınav kâğıdı kadar edilgenleştiriyor sizi; üzerine düşünülmesi gereken bu eserin üzerine düşünülmesine izin vermemesi ise hem filmin alt metinleriyle hem de ana fikriyle çelişiyor.
Film karakterleri üzerinde durduğu kadar, eşsiz bir yapıya sahip “Sils Maria”nın üzerinde de durmaktadır. Bilinçli bir tercihin ürünü olan bu yer, Nietzsche’nin de bir zamanlar yerleştiği, “kader sevgisi” kavramını oluşturduğu topraklardır ve kendi adını taşıyan Maria’ya, Nietzsche’nin kadere evet deyişine benzer bir fırsatın kapısını aralar. “Sils Maria”, “Maloja Yılanı”nın vadiye süzülmesine olanak verdiği gibi, Maria’nın kendi kaderiyle bütünleşip ruhuna akmasına da olanak verir; filmin sonunda, Sigrid olmadığını kavrayıp Helenleştiği gerçeğiyle kendi “amor fati”sini bulur aynı zamanda.
Filmin temelini oluşturan fikirler, yazılmış olanla yaşanmış olan arasındaki muğlâk çizgiye getirdiği yorum, mekanı bir karakter olarak sunmada gösterdiği başarı ya da başarılı oyunculuklar ve görüntü yönetimi gelip Assayas’ın kaygılarına tosluyor maalesef. Metni kadar cesur olamayan Assayas’ın bu yaklaşımı, derin bir eserden maksimum keyfi almamızı engelliyor. Bu haliyle bile tatmin etmeyi başaran “Clouds of Sils Maria”, çok şey anlatarak çok şey anlatılamayacağını bir kez daha gösteriyor bizlere.