ZAVALLILAR

Alice Uygarlık Diyarında: Poor Things

“Dinozor türü yok olup gitti ve yerini memelilere bıraktı, ama bu türün gerçek bir temsilcisi olan timsah hâlâ yaşamaktadır”. 

Freud’un “Uygarlık ve Huzursuzluğu” kitabında yer alan bu pasaj, dinozor ve timsah arasındaki ilişkiyi anlatıyor gibi görünse de aslında insanın bilinçdışı ve dürtüleriyle ilgili bir analojiye gönderme yapar. Freud’a göre kişi henüz bebekken, kültüre ve dile yani toplumsal kuralların hakim olduğu uygarlığa adım attıkça ilkel arzularını bastırmak zorunda kalır. Ancak bu dürtüler tamamıyla yok olmaz.  Evet artık bir dinozor olmaktan uzaktır insan ama hayatına bilinçdışında sakladığı bir timsahla devam eder.

Yazıya bu pasajla başlamamın sebebi, Poor Things’in tam da böylesi bir huzursuzluğu anlatması. Filmin yarattığı fantastik ve gotik dünyadaki uygarlık bozuk, çarpık, rahatsız edici ve huzursuzdur. Yönetmen, ana karakterlerinden Bella Baxter aracılığıyla Freud’un işaret ettiği uygarlığın huzursuzluğunu cinsiyetten, ırka; yoksulluktan, bilgeliğe kadar her alanda tartışmaya açıyor.

Filmin konusunu özetlemek gerekirse, kendisine “God” denilen parlak bir bilim insanı (Willem Dafoe) tarafından, sıradışı bir şekilde hayata yeniden döndürülen genç bir kadının (Emma Stobe) kendini ve dünyayı keşfettiği bir hikaye Poor Things. Alasdair Gray’in aynı adlı romanından uyarlanan film, son dönem Yunan Yeni Dalga akımının en önemli temsilcilerinden biri olarak görülen Yorgos Lanthimos tarafından sahneye konuluyor.  Son filmi The Favourite (2018)’da gördüğümüz benzer kadrajlara ve gotik bir atmosfere sahip film. Yanı sıra yönetmenin ilk filmlerinden itibaren sorunsallaştırdığı “uygarlık” ve “uygarlığın katlanılmaz kuralları” teması Poor Things’in ana teması. Kültürün birey üzerinde oluşturduğu baskı ve tahakkümü Dogtooth’da bir baba üzerinden; The Lobster’da aşk ve yalnızlık bağlamında tartışan yönetmen, son filmi Poor Things’de doğrudan hayata gözlerini açmış bir bebek-kadın üzerinden işliyor.

Doktor Godwin’in yaptığı bir deney sonucu, bir bebeğin beyniyle yaşayan genç bir kadın Bella Baxter. Dolayısıyla düşünce ve davranışlarıyla henüz yetişkinlerin dünyasına ayak atmamış, yalnızca bilinçsiz dürtüleriyle hareket eden bir kadın aslında. Dille, yasayla, medeniyetle, toplumsal cinsiyetle, ahlak ve etikle ve uygarlığın tüm bu kurallarıyla tanışmamış – ya da yeni tanışmaya başlayan- ilkel dürtülerimizin ta kendisi Bella Baxter.  Hikayenin uygarlığa olan eleştirel tavrının sık sık yinelenmesi ve Bella’nın bir bebek beynine sahip olması, filmin doğrudan Freudyen psikanalizi art alanına aldığını gösteriyor. 

Freud’un yapısal  kişilik modeline göre, insan zihni id, ego ve süperego şeklinde üç soyut unsurdan oluşur. İnsanların fikir ve tutumları, bu üç düzey arasındaki ilişkiye bağlıdır. Ego,ilkel dürtülerin bulunduğu id ile dış dünyayı temsil eden süperego arasında uyum yakalamaya çalışan bir düzey olarak algı ve deneyimden oluşur. İd, öznenin ilkel içgüdü ve içtepilerinden oluşur. İd, organizmanın her türlü keyfi için amaçladığı ve bu nedenle uygar dünya tarafından tehlikeli bulunan ve bastırılmaya çalışılan zevk ilkesidir Freud’un (1923: 25). Süperego ise, uygarlık ve onun kurallarına bağlıdır. Her çocuk, dış dünyayla tanıştıkça, içine girmeye başladıkça toplumsal bir varlığa dönüşmeye başlar. Süperego organizmanın, istediği cinsellik, saldırganlık, arzu, yeme-içme gibi doyuma ulaşması gereken biyolojik ihtiyaçlarının, medeniyetle birlikte bastırılması gerektiğini düşünür.  Organizma, ancak bu şekilde toplumsal bir varlık olmaktadır. Süperegonun bu baskıcı etkisiyle, özneler, “uygarlığın karşıtları olmaktan çıkıp uygarlığın araçları haline dönüşürler. (Freud, 2000: 7).

İd, ego ve süperego ilişkisinin anlaşılması, filmin alt metninde yatan anlamların açığa çıkarılması için önemlidir, çünkü hem estetik tercihleri hem de senaryosu itibariyle film, tüm temel çatısını Freud’un yapısal kişilik modeli üzerine kuruyor. Bella’nın meraklı gözlerle dünyayı ve kendi arzularını keşfettiği bir yolculuğu anlatıyor film. Bu yolculuğu ise hem gelecekte hem de geçmişte bir zamana ait. Film buharlı makinelerin, at arabalarının bulunduğu Viktoryen bir döneme aitmiş gibi görünse de diğer yandan havada uçan arabaların, sıradışı deneylerin olduğu bir gelecek tasavvuruna da sahip. Öte yandan ırk, cinsiyet, ezilenler-ezenler gibi ayrımların sık sık tartışıldığı sahneler tam da içinde bulunduğumuz zamana gönderme yapıyor. Yer yer steampunk[1] akımının etkisinin, yer yer Frankenstein filminin gotik ve kasvetli havasının hissedildiği, kimi zamansa Bella’nın Alice Harikalar Diyarı filmindeki gibi (kostümler ve bazı sahnelerin atmosferi) pembe bulutların altında şehirler ve insanları keşfettiği eklektik bir tarzı var filmin.

Daha açılış sekansından itibaren hem balıkgözü lenslerin ve çarpıtılmış kamera açılarının etkisiyle hem de Bella ve Godwin’in tuhaf görünüm ve davranışları, izleyiciyi tekin olmayan, yabancı bir dünyaya sürüklüyor. Bu tekinsizlik, hikayenin ilerlemesi ve Bella’nın keşfe çıkmasıyla birlikte ironiyle de buluşuyor. Ancak yine de tıpkı filmde Bella’ya hem en çok aşık olan hem de ondan en çok nefret eden karakter olan Duncan Weddernburg (Mark Ruffalo) gibi izleyicinin de Bella’ya alışması uzun sürüyor.  Zira Bella, izleyici de dahil uygarlığa adım atmış tüm toplumlar için yüzleşmesi zor bir karakter. Bella toplumların bastırdığı tüm ilkel arzuları temsil ediyor. Dolayısıyla karakter için kural yok, ahlak yok, yapaylık, nezaket, görgü kuralları yok. 

Poor Things sadece kendini ve cinsel arzularını keşfeden bir bebeğin / kadının hikayesi değil, aynı zamanda dünyadaki sömürü sistemini, eril tahakkümü, siyahi karşıtlığını, aşkın tutsaklığını, iktidar savaşlarını da keşfeden ve eleştiren bir hikâye. Bella’nın, “özgürlük” ve “arzu”nun peşinde koştuğu ve bu haliyle Alice Harikalar Diyarındaymışçasına kaybolduğu seyahatlerde karşılaştığı dünyevi gerçeklik gerçek bir sömürüye işaret ediyor. Bu sömürüye Bella erkek-kadın ilişkilerinden, sınıf ayrımına dek toplumsal formasyonun tüm katmanlarında şahit oluyor. Bella’nın Alice gibi dünyanın derinliklerinde gezerken, lüks gemi yolculuğunda tanıştığı iki arkadaşı onu bu gerçekliklerle yüzleştiren iki karakter olarak karşımıza çıkıyor. Siyahi arkadaşı, kendilerinin de dahil olduğu burjuva sınıfının, fildişi kulelerinde oturduğu ya da seyahat ettiği sırada basamakların biraz altındaki cehennemin varlığını gösteriyor Bella’ya. Sinematografik olarak da cehennem alegorisinin yaratıldığı bu sahnede yoksulluktan kemikleri sayılan çırılçıplak insanlar, ölü bebekler Bella’nın yüzleştiği ilk gerçek olarak karşımıza çıkıyor: Medeniyetin para üzerine kurulduğu ve parası olanın gücü eline aldığı gerçeği. Gücü eline alanın ise yaşamı eline aldığı gerçeği tabii, göğe yükselen kulelerin altında kalanlar için yaşam diye bir şey yok.  Bella karşılaştığı bu manzara ve akabinde okuduğu felsefe kitaplarıyla birlikte cinselliğini keşfettiği ve özgürce yaşadığı Duncan Weddernburg’dan giderek soğumaya başlar. Bu soğumada adamın özgür bir ilişkiden yana olan çapkın ve başına buyruk halinin yerini giderek takıntılı bir aşka bırakmasının da payı büyük. Çünkü Bella için aidiyet, sınır, bağlılık ve sadakat yok. Bunlar da insanlar arasında yapılan yazısız sözleşmeler olarak medeniyetin bir parçası.

Kendini ne zaman bir şeye ait hissedecek olsa oradan kaçıyor. Godwin’in öğrencisi Max’e bir türlü ait olamıyor örneğin. Max onun için hep “tatlı” biri. Tatlı, nezaket sahibi ve medeni biri olması Bella’nın onu cinsel olarak arzulayamamasındaki en büyük sebepler, zira daha Bella en başında kendi cinsel organını ve hazzı keşfetmeye başladığında, onu “bu hareketin medeni olmadığı” gerekçesiyle uyaran ve engelleyen kişi Max”.  Max için Bella’ya dokunmanın, onu hissetmenin tek yolu yine uygar toplumlarda aile kurmanın öncülü olan evlilik. Ancak Bella için evlilik ve böylesine bir aidiyet tutsaklığın ta kendisi. Nitekim bu denli bir tutsaklığa boyun eğeceğine, özgür bir hayat kadını olmayı yeğliyor.

Kısacası Poor Things libidinal arzularını bastırmayan, medeniyet tarafından bastırması için uğraşılsa da özgür ilkel dürtülerinin peşinde koşan, henüz kültüre ve gerçeklik alanına girmemiş ya da yeni girmiş Bella’nın hikayesi. Filmin Freudyen psikanalize referans verdiğinin en büyük göstergelerinden biri de Godwin’in çocukluğunda babası tarafından hadım edilmesidir. Kendini dünyanın ve evrenin gerçeklikleriyle yani bilimle meşgul etmesi gerektiği, uygarlığın ilerlemesi için arzularının peşinde koşmayı bırakması gerektiğini söyleyerek cinsel organı iğdiş edilmiştir. Nitekim baba tarafından cezalandırılan Godwin’e benzer şekilde, Bella’nın eski kocası da onun bu özgür ruhunu cinsellik arzusuna bağlayarak, cinsel organının alınması için uğraşır. Çünkü cinsellik, insanın disipline ve kurallı olmasının önündeki en büyük engeldir. Cinsel dürtüler medeniyet için tehlikelidir. Gelişimin önüne geçer.

Lanthimos’un yarattığı bu gotik fantastik evren, Emma Stone, Mark Ruffalo gibi oyuncuların eşsiz performanslarıyla birleşince hem dramatik yapının eksiksiz işlediği bir hikâye hem de görsel anlamda doyurucu ve kusursuz bir iş ortaya çıkıyor. Filmin ağzımızı açık bırakan fantastik dünyasının çoğunlukla Lanthimos’un kurduğu setlerde yaratıldığını öğrenince bir kez daha hayran kalıyoruz. Sanal olduğunu düşündüğümüz bu görkemli sahneler için Atina’da bir stüdyo kuruyor yönetmen. Geri kalan tasarımlarda ise görsel efektlere başvuruyor. Efektler, gerçek dekor ve kostümlerle birleşince ortaya prodüksiyon ve post-prodüksiyonun bu denli başarılı olduğu bir iş çıkıyor.


[1]  Steampunk, buharlı makinelerin hâlâ yaygın olarak kullanıldığı, 19. yüzyılda veya sıklıkla Viktorya Dönemi İngiltere’sinde geçen H. G. Wells ve Jules Verne’in çalışmalarında da olduğu gibi kurgusal teknolojiler ya da bilgisayarın erken dönemde icadı gibi gerçek teknolojik yenilikler de içeren bir retrofütüristik bilimkurgu alt-türüdür.

Diğer Yazılar: Pelin Oduncu
BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ
Yola çıktığında birbiri için yaratıldığını düşünen iki insan, yolun sonuna vardığında birbirine...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir