BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ

Yola çıktığında birbiri için yaratıldığını düşünen iki insan, yolun sonuna vardığında birbirine nasıl bu kadar yabancı olabilir? Belki de hiç tanışmamışlardır…

Bu yılın gerek oyunculuk performansı gerekse hikayesiyle en gözde filmlerinden biri olarak karşımıza çıkan Bir Düşüşün Anatomisi (2023, Justine Triet) filmi, tıpkı yukarıda kısaca özetlediğim gibi, evli bir çiftin uzun süredir birbirine yabancılaşmış olmasının hikayesi aslında.

İkili ilişkilerdeki açmazlar, sinemanın her zaman vazgeçilmez konularından biridir. Bugüne kadar sinemada evlilik ve ikili ilişkiler üzerine pek çok film yapıldı. Wong Kar Wai’nin In the Mood for Love (Aşk Zamanı) filmi, Bergman’ın Bir Evlilikten Manzaralar(Scener ur ett äktenskap) ya da Farhadi’nin Geçmiş(Le Passé) filmi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Her biri Çin, İran, İsveç gibi farklı ülkelere özgü bu filmlerin ortak noktası ise evlilik kurumunu,  çiftler arasındaki sorunları ve ilişkilerdeki kültürel, sosyo-ekonomik dinamikleri sorgulamış olmalarıdır. Bunun en güncel örneklerinden biri olan Marriage Story (2019), boşanma sürecinde olan bir çiftin, bu süreçte birbirine ne denli düşmanlaştığını göstermiştir. Irk, din, dil, ülke, tür, karakter fark etmeksizin yaşanan “iletişimsizlik” bu yabancılaşma ve düşmanlığın temel kaynağıdır.

Bir Düşüşün Anatomisi ise, bu konuyu temelde bir mahkeme salonu draması üzerinden tartışmaya açsa da filmde pek çok türün harmanlandığını görüyoruz. Bir cinayet temelinde evlilikteki çatışma ve açmazları resmeden psikolojik bir gerilim aynı zamanda. Kısaca konuya değinmek gerekirse, Alman yazar Sandra, Fransız Alpleri’nde kocası Samuel ve görme engelli oğlu ile izole bir hayat yaşamaktadır. Eşi Samuel, birgün Sandra’nın bir öğrenciyle yaptığı röportajın ardından, karlar üstünde oğlu tarafından ölü bulunmuştur. Filmin bu şok edici açılışının ardından gerek polisler, gerekse bu dramanın bir parçası haline gelen izleyicilerin zihninde tek bir soru canlanıyor: Samuel bir kaza ya da intiharın mı yoksa karısı Sandra’nın cinayetinin mi kurbanı olmuştur? Bu dakikadan itibaren film, Samuel’in gizemli ölümünü ortaya çıkarmak için yapılan soruşturmalar ve dışarıdan son derece başarılı görünen bir çiftin, evliliğinin görünmeyen yüzünü aydınlatma çabası üzerinden ilerliyor.

Mekan olarak son derece sınırlı olan (mahkeme salonu ve yaşadıkları ev) ve diyaloglarla ilerleyen olay örgüsüne rağmen film, iki buçuk saat boyunca izleyiciyi ustalıkla hikayenin içinde tutmayı başarıyor. Yönetmenin daha önce Victoria ve Sibyl filmlerinde işbirliği yaptığı eşi Arthur Harari ile yazdığı bu senaryo, filmin başındaki duygusal ritmi, finale  kadar yükselterek ilerliyor. Bu nedenle izleyici, süresine rağmen sıkılmadan diyaloglara kulak veriyor. “Hayır bu Harari ile benim hikayem değil” diyerek ironi yapmış olan yönetmen, hikayeyi senaryolaştırma aşamasında eşiyle sık sık beyin fırtınası yaptığını da ekliyor. Bu durum evlilikleri üzerine yaptıkları tartışmada izleyicinin kimi zaman Samuel’e, kimi zamansa Sandra’ya hak vermesini sağlıyor. Bu açıdan filmin (her ne kadar Sandra’nın suçlu olduğuna yönelik bir izlenim oluştursa da) karakterlere mesafeli yaklaştığı söylenebilir.

Filmin şahsımca en büyük başarısı, Samuel ve Sandra arasındaki iletişimsizlik ve çatışmayı prolog sahnesindeki tek bir şarkıyla özetlemesi. Sandra’nın bir öğrenciyle yaptığı röportaj esnasında, Samuel tarafından açılan 50 Cent’in son derece argo ve kışkırtıcı olan P.I.M.P şarkısının, sakinliğini ve soğukkanlılığını korumaya çalışan Sandra’yla birlikte izleyiciyi de gerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır ki bu şarkı daha sonra mahkemede karşı tarafın avukatı tarafından “kışkırtıcı” bulunacaktır. Sandra’nın buna cevabı ise, şarkının enstrümental olduğu için kendinde herhangi bir öfke yaratmadığıdır. Son derece iyi düşünülmüş bu şarkı seçimi hem çiftin entelektüelliğine hem de çift arasındaki yaşanmakta olan öfkeye bir gönderme niteliğindedir. İçerisinde küfür ve aşağılama barındıran bir şarkının, enstrümantal olarak dinlendiğinde aynı kışkırtıcılığı üstlenmemesi (üstlenmediği görüşü) hem bir sınıf, hem de bir iletişim problemi aslında. Samuel, kendisiyle röportaj yapan genç kızla flörtleşen eşine olan kızgınlığını, kendi ait olduğu sınıfın pratikleriyle dile getiriyor. Bir yazar, bu şarkıyı argo haliyle dinleyemez elbette…

Bir Düşüşün Anatomisi, çok basit bir olaydan hareket ederek, bir çiftin arasındaki iletişimsizliği, geçen süreyle birlikte tüm boyutlarıyla tartışan derinlikli bir film. Samuel ve Sandra arasındaki sorunlar, evliliğin getirdiği problemlerin yanı sıra ego, benlik, var olma, sınıf ve cinsiyet gibi daha genel kategorileri ilgilendiren sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Oğullarının geçirdiği kaza sonrası aralarındaki iletişimin kopması, bu süreçte Sandra’nın kurduğu kuir ilişkiler, aldatma, motivasyon, vakitsizlik, sorumluluk alma ve yaratma çabası… Samuel’in çocuklarıyla ilgilenmekten yazmaya vakit bulamaması, eşinin bencillik ettiğini düşünmesi, Sandra’nın, eşinin tüm sorumluluğu almayı, kendisinin seçtiğini ima etmesi. Birbirleriyle anlaştıkları dilin dahi (sözde orta yolu bulmak adına), aidiyetsizlik barındırması… Ki ne Fransızca ne Almanca konuşuyor olmaları, çiftin hiçbir zaman “bir olamamaları” durumunun da bir metaforu. Üstelik tüm bu sorunlar film boyunca Samuel tarafından dile getiriliyor. Bu da, Samuel’in ölümünün, içine girmiş olduğu bu depresif ruh halinin sonucu olup olamayacağı fikrini akla getiriyor, zira Sandra kişisel görünümüne de paralel biçimde, Samuel’e göre daha soğukkanlı, disiplinli ve sakin bir profil çiziyor. Ancak yine de Sandra’nın bu profili ve mahkeme sahnelerindeki yargılamalar, izleyiciyi çoğu zaman Sandra’nın bu ölümden sorumlu olduğu düşüncesine mahkum bırakıyor bana kalırsa.

Film (spoiler vermemek adına yazmıyorum), final sahnesinde şaşırtıcı bir tutum sergilese de, bu ölümün cinayet mi, intihar mı olduğu noktasında soru işareti bırakmaya devam ediyor. İzleyici, tıpkı oyuncuların senaryoyu okuduktan sonra bile anlayamadığı gibi, soru işaretiyle ayrılıyor salondan. Bu da, bizleri şu sonuca götürüyor: “Bu ölüm, aslında en başından beri çiftin aralarındaki iletişimin ölümüydü. İzlediğimiz film; sevginin, aşkın, yaratıcılık sürecinin, dilin, bağların ve bağlılığın ölümü iken; cinayet ya da intihar olup olmadığı sorusunun aydınlatılması gerçekten gerekli midir?”.

Diğer Yazılar: Pelin Oduncu
“YUNAN TUHAF DALGASI”: SİNEMADA KARŞI KÜLTÜRÜN BİR YANSIMASI
Yunan Sinemasının Tarihsel Gelişimi Slavoj Zizek’e göre, bir film yalnızca insanları eğlendirmeyi...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir