POST MORTEM: Son Perde
Donmuş toprağa karışamayan cansız bedenler, gölgeler ve keder tüm köye yayılır…
Ölüm ve sonrası, insanoğlunun en büyük kaygı kaynağı olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. 94. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında Macaristan’ı temsil etmek üzere aday gösterilen Post Mortem, dönemin acılarını ve çaresizliğini temel alarak savaş travmalarını ve varoluşun özünü oluşturan ölümü inceliyor. Ülkesinin acı dolu tarihini korku sinemasıyla dile getirmeye karar veren Péter Bergendy, psikoloji eğitimi almış ve tezini korku filmi psikolojisi üzerine yazmış bir yönetmen olarak türe olan tutkusuyla dikkat çekiyor. Ürpertici atmosferi ve özel efektleriyle öne çıkan Post Mortem, anlattığı uğursuz hayalet masalıyla hem gerçekliğin hem de doğaüstünün dehşetini yansıtıyor.
Rahatsız edici bir deneyim olarak görülen Post-mortem (ölüm sonrası) fotoğrafçılık, savaşların ve salgın hastalıkların yaşandığı 19. yüzyıl Avrupa ve Amerikan kültüründe acıyla başa çıkma yöntemi olarak çok yaygındı. Bu fotoğraflar, gerçekten de kişinin hala hayatta olduğu izlenimini verebiliyordu.
YAZININ BUNDAN SONRASI SPOILER İÇERİR
Macaristan 1918… Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Tomás (Viktor Klem), bir ceset yığınının ortasında ölüm kalım mücadelesi verirken yaşlı bir asker (Gábor Reviczky) tarafından kurtarılır. Tomás onun asistanı olur ve birlikte köyleri dolaşarak kendilerini ölüm sonrası fotoğrafçılığa adarlar. Bir süre sonra vizyonunu gördüğü on yaşındaki Anna (Fruzsina Hais) ile karşılaşır. Onun isteği üzerine hayaletlerin istila ettiği Anna’nın köyüne giderler. Tomás ve Anna yaşananları çözmeye çalışırken olaylar kontrolden çıkar, görünmez saldırılar artar ve tehlikeler giderek büyür.
Post Mortem, özündeki tüyler ürpertici ritüeli, renklerin neredeyse kaybolduğu kül rengi bir paletle tamamlayarak buz gibi bir korku atmosferi oluşturur. Gölgeler, gıcırtılar ve tiz frekanslar huzursuzluk duygusunu artırır. Ürkütücü öğelerle birlikte gerilim dolu ilerleyen ilk yarının ardından, olay örgüsündeki boşluklar ve çığırından çıkan görsel efekt kullanımıyla yavaş yavaş yönünü kaybeder. Dozu artan korku unsurları tekrarlayıcı hissedilir ve etkiyi azaltır. Bu aşırılıklar bir müddet sonra neredeyse gülünç hale gelir. Ortak bir kaderi paylaşan Tomás ve Anna ise sempatik yapılarıyla filmin karanlığına, kırılgan ve masalsı bir dokunuş katar. Ancak karakter gelişiminin ve derinliğinin yetersizliği, ikilinin arasındaki bağın zaman zaman kafa karıştırıcı görünmesine sebep olur.
Film boyunca düzenli olarak karşımıza çıkan su imgesi diğer dünyayı sembolize eder. Kapılardan, duvarlardan hatta Tomás’ın içine atıldığı toplu mezar çukurundan taşan sularla iki alem iç içe geçerek birbirine karışır. Böylece varoluşsal bir döngü oluşur. Bu ifade, savaş ve salgın hastalıklarla kırılan dönemin yıkıcı ve umutsuz halini resmeder. Ancak olaylar ve filmin yarattığı gizem tam olarak aydınlığa kavuşmaz.
Görsel olarak heyecan veren gotik atmosferli Post Mortem, elindeki unsurları dengeli kullanamıyor. Péter Bergendy’nin içerikten çok biçime odaklanmış olması elbette Post Mortem’i başarısız bir film yapmıyor. Kurallarını kendi belirlediği hırslı karmaşasını keyifle izlettirmesi, yabancı festivallerde ve kendi ülkesinde aldığı ödüller bunun en önemli kanıtı. Post Mortem, Macaristan’dan gelen ilk uzun metrajlı korku filmi olarak lanse ediliyor. Görüntü yönetmeni András Nagy, besteci Atti Pacsay, kostüm tasarımcısı János Brecki’nin de aralarında bulunduğu yetenekli bir ekiple çalışan Bergendy, düşündürücü ve belli bir noktaya kadar da etkileyici olan Post Mortem’le, son dönemin korku ve macera dolu, akılda kalıcı çalışmalarından birine imza atıyor.