ABD’li yönetmen Spike Lee’nin 2018 yapımı filmi BlacKkKlansman, emekli polis memuru Ron Stallworth’un 2014’te yayımladığı anılarına dayanıyor. Film, Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül, Akademi Ödülleri’nde ise En İyi Senaryo Uyarlaması Ödülü’nü aldı. Hem aldığı ödüllerle hem de olumlu izleyici tepkileriyle son yılların en iyi filmleri arasında kendisine yer buldu. BlacKkKlansman, 1970’lerin başlarında polis olmak isteyen ve bunu başaran siyah bir genç olan Ron Stallworth’un hikayesi üzerinden, ABD’deki ırkçılık sorununu temelde radikalizm ve siyasal şiddet eleştirisi yaparak ele alan bir film.
Hikayenin geçtiği tarih olan 1970’lerin başlarında, ABD’de temelde azınlıklara ve kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık politikaları daha birkaç yıllık geçmişe sahiptir. Nitekim polis olmak isteyen Ron Stallworth’un (John David Washington) şehri Colorado Springs’te daha önce hiç siyah bir polis memuru istihdam edilmemiştir. Ancak değişim istenmektedir. Şehrin Belediye Başkanı ve Polis Şefi’nin de aralarında olduğu devlet erkanı, Stallworth’un başvurusunu bizzat değerlendirir ve bu başvurunun olumlu bir değişim başlatabileceğini düşünürler. Sonunda Stallworth işe alınır. Ancak Stallworth, devlet erkanının başta onu uyardığı bir ortam içerisine girmiştir. Bir yanda devlet erkanı gibi ona olumlu yaklaşan ve ırkçılığa karşı olan mesai arkadaşları ile ırkçılığa karşı mücadelesinde ona yardım eden çeşitli kurumlardan devlet görevlileri varken, diğer yanda hem ona hem de siyah vatandaşlara ırkçı tavırlar ve şiddet sergileyen polisler ve Ku Klux Klan üyesi ordu mensupları vardır. Bu noktada Lee, naif bir “ırkçılık karşıtı ABD müesses nizamı” anlatısını tercih etmeyip daha dengeli tablo çizmiştir. Bir yanda pozitif ayrımcılık politikalarıyla, ırkçılara karşı mücadelesiyle, özgürlükçü tavırlarıyla bir halk ve devlet diğer yanda sivil ve devlet memuru ırkçılar ve müesses nizam içerisinde onları kollayanlar vardır.
Bu tablonun en dikkat çekici kişisi bizzat Stallworth’un kendisidir. Babası asker olan Stallworth, hayatı siyah-beyaz görenlerle aynı fikirde değildir. Ailesi onu kendi deyimiyle “düzgün” yetiştirmiştir. Siyah kimliğinin farkındadır ve siyah haklarının tanınması konusunda hiçbir tereddütü yoktur ancak mücadelesini düzeni yıkıcı bir şekilde karşısına alarak değil, ona sızarak, onun içerisinde güçlenerek ve bir parçası olarak yapmak taraftarıdır. Stallworth, filmin radikalizm eleştirisinin vücut bulmuş halidir.
Stallworth bu tavırlarını sadece ırkçı memurlara karşı göstermez. Radikal siyahlara karşı da tavrı aynıdır. Onların şiddet çağrılarına, beyazlara ve polislere yönelik genelleyici tavırlarına karşıdır. Bir yandan Ku Klux Klan’ın içerisine sızıp onların eylemlerinin önünü keser ve üyelerini ifşa ederken, diğer yandan siyah radikallerin liderlerinden olan sevgilisini tüm beyazların ve polislerin düşman olmadığına ikna etmeye çalışır. Bence Lee burada da naiflik tuzağına düşmemiştir: Stallworth bir “sevgi kelebeği”, iflah olmaz bir Pollyannacı değildir. Film boyunca akılcı, tutarlı, dengeli bir tavır sergiler; altı dolu bir siyasal bilinç sahibi olduğu her halinden bellidir: Siyahtır, siyah haklarını ve dahası diğer azınlıkların haklarını da savunur. Öte yandan ırkçılarla epey sert bir mücadele vermek gerektiğinin de farkındadır ve bu mücadeleyi büyük beceriyle verir.
Filmin bu radikalizm ve siyasal şiddet eleştirisi, ABD’nin gündemiyle örtüşmektedir. Zira her ne kadar ülkede pozitif ayrımcılık politikaları epey başarılı olmuş, artık dezavantajlı kimseler toplumsal yaşamda daha fazla yer bulabilir hale gelmişlerse de son yıllarda polislerin siyahlara yönelik ırkçı tavırları iyice görünür olmuş, ırkçı neonazi örgütler özellikle Trump döneminde seslerini daha çok duyurur hale gelmiş, üstelik bizzat Başkan bu olgular karşısında ikircikli bir tavır almıştır. Ağır silahlarla “gösteri yapan” grupların tam karşısında, Lee’nin eleştirdiği şiddet yanlısı ırkçılık karşıtı gruplar da daha çok görünür olmuştur. Lee de zaten filmin sonunda tüm bu olgu ve olayları simgeleyen gerçek görüntüler kullanarak 1970’lerde geçen filmi ile günümüz arasında bağ kurar. Bu görüntülerde dikkat çeken bir husus, ırkçılara karşı farklı etnik gruplardan insanların birlikte mücadele etmesi ve bir ırkçı saldırı sonucunda beyaz bir ABD’li genç kadının hayatını kaybediyor oluşudur. Tek başına bu kare bile ana karakterin tüm film boyunca savunduğu görüşlerin bir simgesidir.
Spike Lee radikalizm ve şiddet yanlılığının Türkiye’de örneği pek görülmeyen bir eleştirisini yapıyor. Bizim kültürel hegemonya dünyamızda ezilenlerin şiddete yönelişinin eleştirisi pek yapılmaz. Oysa Lee’nin başkarakteri, yönetmenin kendisinin de dahil olduğu siyah azınlığın şiddet yanlısı görüşlerini epey açık bir şekilde eleştiriyor. Üstelik Lee bu eleştiriyi, beyaz üstünlüğünü savunanların ölümcül şiddetine tanık olmuş bir siyah karakterin ve onu destekleyen siyah radikallerin duruşunu Ku Klux Klan’la benzeştirecek kadar ileri götürüyor. Ülkemizin kültür ürünlerinde ise daha çok egemenlerin ve onları temsil eden müesses nizamın şiddeti yer bulmaktadır. Bence bunun bir nedeni, ülkemizde radikalizmin ABD’den de gelişmiş diğer toplumlardan da daha güçlü, siyasal şiddetin ise açık ara daha yaygın oluşudur. Nitekim şu anki siyasal yelpazemiz radikalizmin ılımlı ve merkez siyaset karşısında epey güçlü bir şekilde duruyor oluşunu gösteriyor. Radikalizm ve siyasal şiddet toplumumuzda bu denli merkezi bir yer tuttuğu için, bir ana akım ya da alternatif sinema yönetmeninin bunu eleştirmesi de kolay olmuyor kanımca.