‘’Bir deniz kızı ile karşılaşmak için ne yaparsın, biliyor musun? Denizin dibine dalarsın. Suyun artık mavi olmadığı ve artık gökyüzünün sadece bir hatıra olduğu yere. Sessizlikte yüzer ve orada kalırsın. Orada kararını verirsin, onlar için ölebilirsin. Ancak o zaman ortaya çıkarlar. Seni karşılamaya gelir ve onlara olan sevgini ölçerler. Eğer içtense, eğer safsa seninle beraber olurlar ve seni sonsuza dek götürürler.’’
Birbirine zıt karakterdeki iki dalgıcın, mavi suların derinliklerindeki dostluk, rekabet ve melankoli dolu öyküsünü konu edinen The Big Blue (Derinlik Sarhoşluğu) (1988), Fransız yönetmen Luc Besson’un sinema kariyerindeki ilk ve en kişisel filmlerinden biri. Ebeveynleri dalgıç eğitmeni olan, bu nedenle dünyanın çeşitli ülkelerini gezen Luc Besson çocukluğunda deniz biyolojisiyle ilgilenmek, yunus-bilimci olmak istiyordu. On yedi yaşında geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu bu hayalleri yarıda kaldı ve sinemaya yönelerek genç yaşında The Big Blue’nun senaryosunu yazdı. Film, serbest dalışta dünya rekorları kıran ve ilkleri başaran Jacques Mayol ve Enzo Maiorca adındaki dalgıçların biyografisinden ilham aldığı gibi yönetmen Luc Besson’un yaşam öyküsünden de izler taşıyor.
The Big Blue’nun Türkçe’ye ‘’Derinlik Sarhoşluğu’’ olarak çevrilmesi, filmin içeriğine oldukça uygun. Ana karakterler Jacques ve Enzo’nun ‘denize ağıdı’ olarak nitelendirilebilecek kadar derin duygular barındıran filmi anlamak için öncelikle onları tanımak gerekiyor. Çocukluklarını beraber geçiren bu karakterler, yaslarıyla, kayıplarıyla, sahip olduklarıyla ve hırslarıyla psikanalitik okumalara örnek teşkil ediyor. Bu iki arkadaşın mavi derinliklere olan tutkuları, farklı yönlerde seyrediyor ve bu farklılık tıpkı zıt kutupların birbirini çekmesi gibi birbirlerini anlamalarına ve dostluklarının pekişmesine yardımcı oluyor. Film, aynı zamanda mekan çeşitliliği içermesiyle oldukça zengin bir atmosfere sahip. Yunanistan, Sicilya, Peru, New York, Virgin Adaları ve Taormina gibi yerlerin filme verdiği kartpostalvari hava görülmeye değer.
1965 yılının Yunanistan’ında, bir balıkçı köyünde siyah beyaz görüntüyle açılan film, on yaşlarında gördüğümüz Jacques’in Akdeniz manzarasına karşı koşmasıyla geçmişi selamlar. Bu kayalıklarda eski evler, küçük bir kilise, bir papaz ve diğer çocuklar da kameranın hareketi içine girer. Jacques’in daha çocuk yaşlarında derinliklerde tutkuyla yüzmesini, tehlikeli bir tür olan müren balıklarını beslemesini görürüz ve mavi suların onu tamamladığı hissine kapılırız. Etraftaki diğer çocukların, denizin içinde gördükleri demir parayı alması için ondan yardım istedikleri anda da daha iri yarı olan Enzo ortaya çıkar. Enzo, Jacques’in aksine kaba, hırslı ve rekabetçi bir çocuktur. Demir parayı altı saniye içinde kendi çıkarır ve Jacques’e eğer altı saniyeden kısa sürede parayı çıkarırsa onun kazanacağını söyler. Jacques bunu kabul etmez. Enzo’nun denize bakışı rekabetçi ve maddi hırslarla doluyken Jacques denize gerçek bir sevgiyle, sahip olduğu tek şey oymuş gibi ve iletişim kurma fırsatı olarak bakar. Deniz ve balıklar sanki Jacques’in evi gibidir.
Babası ve amcasıyla yaşayan Jacques’in, annesinin olmadığını, anne figüründen yoksun büyüdüğünü öğreniriz. Sonrasında dalış yapan babası, dalış ekipmanlarının suyla dolmasıyla boğularak ölünce Jacques baba figüründenden de yoksun kalır. Bu çocukluk travmalarının etkisiyle yalnızlığı seven, içine kapanık, çok az konuşan, denizi, balıkları ve yunusları ailesi olarak belleyen biri olarak büyür. Nitekim Enzo’yla rekabete girişmemesi, Sigmund Freud’un psikanalitik kuramına göre açıklanacak olursa oidipus kompleksini yaşamamış olmasına bağlanabilir. Sahipleneceği bir annesi olmayan Jacques, oidipus kompleksine göre babasıyla rekabete de doğal olarak giremezdi. Bu bağlamda ailesinin, Jacques’in arkadaşlarıyla olan ilişkisini etkilediği söylenebilir.
Film, Yunanistan’daki çocukluk dönemini anlatan muhteşem siyah beyaz görüntülerden sonra zamanda yaklaşık yirmi yıl ileri giderek 1988’in Sicilya’sını renkli görüntüler eşliğinde gösteriyor. Burada otuzlu yaşlardaki Enzo’yu (Jean Reno) ve kardeşi Roberto’yu (Marc Duret) Akdeniz’in masmavi denizinin kıyısında görüyoruz. Batan bir teknede mahsur kalan dalgıcı kurtarma operasyonunda bile maddi çıkar gözeten Enzo’nun denize ve dalgıçlığa olan bakışı hiç değişmemiştir. Serbest dalışta dünya şampiyonu olmuş, bu uğurda hırsından ödün vermemiştir. Üstelik çocukluk arkadaşı ve rakibi olarak gördüğü Jacques’i dünya şampiyonasına katılması için davet ederek bunu kendini kanıtlaması ve egosunu tatmin etmesi için büyük bir fırsat olarak görür.
Öte yandan Jacques’i (Jean Marc Barr) Peru’da, ‘Amerikan Dalış Araştırma Vakfı’’nda donmuş bir gölün derinliklerine dalarken görürüz. Kendince dalış konusunda araştırma yaparak tutkularının da peşinden gider. O sırada filmin önemli karakterlerinden, New York’ta bir sigorta şirketinde çalışan ve iş için Peru’ya gelen Johana (Rosanna Arquette) adındaki kızla karşılaşır. Johana’nın Jacques’e aşık olması, Jacques’in karakterini anlamlandırmada büyük rol oynar. Aşkı için işini geride bırakıp Jacques’in yanında kalan Johana, zamanla onu denize ve yunuslara olan sevgisiyle kabul etmek zorunda kalacak ve acı çekmeyi göze alacaktır.
Dünya şampiyonası günlerinde Enzo ve Jacques’in dostlukları gelişir ve bu ikili birlikte eğlenirlerken, Enzo rekabeti de elden bırakmaz. ‘’Kim daha çok nefesini tutar’’, ‘’kim daha çok derine dalar’’, ‘’o, dalıştan önce meditasyon yapıyorsa ben de yapmalıyım’’ gibi basit komplekslere giren Enzo, dalış yapamayacağını söyleyen doktorları bile dinlemez. Onun bu rekabetçi tutumunda, annesi tarafından büyütülmesi ve erkek kardeşinin olmasının getirdiği sonuçların etkili olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Jacques, Enzo’nun rekorlarını bir bir kırarken, Enzo ne kadar rekabeti elden bırakmasa da destekleyici tavrını sürdürür. İki erkeğin denize olan tutkularında birbirlerini de anlamaları için uygun bir zemindir bu.
Jacques’in derinliklere ve yunuslara olan tutkusu, aşk hayatının da önüne geçer; Johana’yla birlikte oldukları anda bile yunuslarla dans edişini hayal eder, birlikte oldukları gece bile dalışa gider. Cüzdanında yunusların fotoğrafını taşırken ‘’ne tür bir adamın böyle bir ailesi vardır ki’’ diyerek, annesiz ve babasız büyümenin yerini dolduran derinliklerin ve yunusların, hayatındaki yerini açık bir şekilde ifade eder. Johana’nın dalarken ne hissettiği sorusuna: ‘’Düşmeden kaymak gibi bir his. En zoru dibe geldiğinde… Yukarı gelmek için iyi bir sebep bulmak gerekiyor ve ben bulmakta zorlanıyorum.’’ şeklindeki cevabı Halikarnas Balıkçısı’nın ‘’Aganta Burina Burinata’’ romanındaki ‘’bu yaşamak değil, uzun ölüm’’ cümlesini akla getiriyor. Jacques’in karada yaşamak için bir sebep bulamaması, izleyiciye yunus olması gerekirken insan olarak dünyaya geldiğini düşündürüyor. Jacques, Johana’nın hamile kalmasına bile tepki gösteremiyor. Bu tutumu bencilce görünse de gerçekte onun dünyevi olan her şeyden kopmuş olan karakterini, Johana en başından beri kabullenmiştir. Jacques, hayatın anlamını okyanusta ve yunuslarda bulurken Johana bir bebeğin kendi hayatına anlam katacağını düşünüyordu. Kendi anlamlarını yaratmış bu karakterlere ne olursa olsun hak vermemek elde değil.
Enzo ise gözünü bürüyen hırsıyla, doktorların tavsiyesine aldırmadan Jacques’in 120 metrelik rekorunu kırmayı kafasına koyar. Doktorlara göre böyle bir derinlikte yüzeye çıkacak kadar oksijeni barındırmak fizyolojik olarak imkansızdır ve Jacques’in rekorunu kırmak, intihara kalkışmakla eşdeğerdir. Hayatı boyunca on yedi kez dünya şampiyonu olan Enzo, bu uyarılara elbette aldırış etmez. Başarısız olduğu bu son dalışında kendisini yüzeye çıkaran Jacques’in kollarında; ‘’aşağıda olmak daha güzel, daha iyi bir yer, beni oraya geri it’’ diye yalvarır. Enzo, dalgıçlığa başta maddiyat gözüyle bakarken, Jacques’in etkisiyle bu bakışı maneviyata doğru kaymıştır. Birbirinden tamamen farklı karakterdeki bu iki dostun birleştikleri tek nokta derin sularda sonsuzluğa ulaşmaktır. Bir başka deyişle ikisi de ‘derinlik sarhoşluğu’na teslim olmuştur. Zira Jacques de her şeyi geride bırakıp ‘anlam’ının peşinden gidecek, yunusların davetiyle karanlık sulara doğru görkemli bir şekilde yol alacaktır. Onun asıl amacı, dünyevi ihtiyaçlarının ötesinde, ruhani bir beslenmeye ulaşmaktır. Jacques’teki bu aidiyet duygusu, ‘’The Legend of 1900’’ filmindeki 1900 karakteriyle de benzerlikler gösterir. İkisi de okyanustan ayrılmak istemeyen, dış dünyaya kapalı, kendi içlerine dönük ve huzur buldukları yeri bilen, okyanuslardan ayrılmamak uğruna hayatlarını feda eden karakterlerdir.
The Big Blue –orijinal adıyla Le Grand Bleu (1988)- Luc Besson’un okyanusa olan aşk mektubu. 1988 yılındaki Cannes Film Festivali’nden sonra Fransa’da bir yıldan fazla gösterilirken, 80’lerin Fransa’sında finansal açıdan en başarılı film oldu. Kendi hayatının yanı sıra gerçek hayatta serbest dalışın temellerini atan Jacques Mayol’un ve Enzo Maiorca’nın biyografisinden esinlenen Luc Besson, yunuslara olan sevgisini bir röportajında şöyle ifade eder: ‘’Sizi tanımadan bile sizinle oynamaya ve karşılığında hiçbir şey beklemeden zaman vermeye hazır bir yaratık vardı. Saldırganlık bilgisi olmayan ve bütün gün sadece üç şey yapan; yemek, oyun oynamak ve sevişmek…’’ Sualtında sessiz güzellik dünyası hissini veren duyumsal ve şiirsel yapıdaki filmin müziklerini, Luc Besson’un çoğu filminin müziklerini de besteleyen Eric Serra yaptı. Filmi izlerken, müziğine uygun olarak geliştirilen görsellere ve şiirsel hıza teslim oluruz. Bu çerçevede, spagetti sahnelerinde gülerken trajik kayıplarda da gözlerimiz dolar. Yunuslarla beraber yüzerken ‘büyük mavi’de bir yaşam dilimi hissediyoruz. David Bowie’nin Heroes şarkısındaki bir dizesi de iç sesimiz oluyor: ‘’Keşke yunusların yüzebildiği gibi yüzebilsem.’’