“O Da Bir Şey Mi”, Pelin Esmer’in yönettiği, başrollerini Timuçin Esen ve Merve Asya Özgür’ün paylaştığı bir drama filmi. Hikâye, Söke Film Festivali’ne katılmak için kasabaya gelen ünlü yönetmen Levent (Timuçin Esen) ile kaldığı otelde çalışan genç kadın Aliye’nin (Merve Asya Özgür) yollarının kesişmesiyle başlıyor. Levent, kendi geçmişiyle ve üretim krizleriyle boğuşurken, Aliye hayatını yeniden kurmaya çalışan, sessiz ama gözlemci bir kadın.
Film, bu karşılaşmayı bir yüzleşmeye dönüştürürken; kimlik, yalnızlık, aidiyet ve anlatı kurma üzerine düşünsel bir zemin kuruyor.

“O Da Bir Şey Mi”, Pelin Esmer’in anlatı odaklı sinema geleneğini devam ettiren bir eser olarak tanımlanabilir ancak bu film, basit bir hikâyeden daha fazlasını peşine takma kaygısından dolayı kendisini tam olarak gerçekleştirememiş bir film. Esmer, anlatının sınırlarını, kimlik inşasını, gerçek ve hayal arasındaki ince çizgiyi sorgulamak isterken bir noktada karmaşa yaratmış oluyor. Film temkinli, dikkatli ama katmanlı bir anlatımla ilerliyor. Esmer, Aliye’nin anlatısını Levent’in dünyasıyla çakıştırarak, izleyicinin “gerçek hangisi?” sorusuna dikkatle yaklaşmasını istiyor. Ancak bu yaklaşım zaman zaman temponun düşmesine ya da anlatıda kopukluk hislerine yol açabiliyor. Özellikle Levent’in kısa film projesiyle Aliye’nin geçmişine dair ipuçlarının birbirine karıştığı bölüm, bütünün akıcılığına tam oturamıyor gibi görünüyor. İç mekânda kullanılan tonlar, ışığın gölgeyle kurduğu kontrast, Aliye’nin iç dünyasını yansıtan metaforları güçlendirmesi açısından başarılı. Fakat yine de filmin kopuk ve dağınık olmasını engelleyemiyor.
Aliye, anlatıcı konumunda olması itibariyle izleyici ile kurduğu ilişki aracılığıyla merkeze çekiliyor. Kendi hikâyesini kurarken, kimliğini biçimlendirme arzusu, karakterin en güçlü yanı. Levent ise hayatının sıkıntılı bir döneminde olan yönetmen olarak, hem sanatına hem de özel yaşamına dair sorgulamalar içinde. Timuçin Esen’in performansı, karakterin içsel çatışmalarını taşımada öne çıkıyor. Diğer oyuncular da görece sönük rollerde kalsa da filmin atmosferini destekleyecek şekilde dengeli karakter görünüşleri sergiliyorlar.
Karakteristik Dinginliğini, Sadeliğini Koruyamamış Bir Deneme Gibi

‘’O Da Bir Şey Mi’’ bana göre Pelin Esmer’in şimdiye kadarki en dağınık filmi. Anlatı hem biçimsel olarak hem de duygusal bağlamda kopuk ilerliyor. Filmde birbirine eklenmiş gibi duran temalar; yıkık aile, kasaba sıkışmışlığı, varoluş sancısı çeken yönetmen, yalnızlık, aidiyet arayışı birbirini desteklemek yerine hikayeyi zayıflatıyor. Aliye’nin baştan başladığı her cümle bir karakter derinliği yaratmak yerine, hikâyeyi daha da parçalı hale getiriyor. Her karakterin kendi içinde bir geçmişi var ama hiçbiri gerçekten anlatılmıyor; bu da filmi bir bütün olarak izlemeyi zorlaştırıyor.
Pelin Esmer’in önceki filmlerinde konu ve anlatım çerçevesinde tutarlı bir sadelik hakimdi, burada o sadelik ve anlam tamamen kaybolmuş. Film, ne duygusal olarak içe işliyor ne de anlatısal olarak tutarlı kalabiliyor. İzleyici, kimin hikâyesini izlediğini ve neden izlediğini bir türlü çözemiyor. “O Da Bir Şey Mi”, Pelin Esmer sinemasının karakteristik dinginliğini, sadeliğini koruyamamış bir deneme gibi.
Sonuçta geriye kalan, ne teması tam işlenmiş ne karakterleri tamamlanmış, birbirine eklenmiş birkaç fikirden oluşan bir film oluyor. Bu haliyle de Pelin Esmer’in çizgisinin çok altında kalıyor.
Filmin en sevdiğim yanı, isminin taşıdığı anlamla kurduğu derinlik. “O Da Bir Şey Mi” sadece bir cümle değil; aslında tüm toplumun duygusal refleksini özetleyen bir aynaya dönüşüyor. Levent’in annesine ima ettiği “Sen benim çocukluk korkularımı hep ‘o da bir şey mi’ diyerek geçiştirdin” bireysel bir sitem gibi görünse de sosyolojik olarak çok daha büyük bir gerçeğe dokunuyor. Çünkü biz, başkalarının acılarını hep kendi acılarımızla kıyaslayarak küçültmeye meyilliyiz. Kimin ne kadar acı çektiğini, kim daha “haklı” ya da “gerçek” bir yaraya sahip diye tartıyoruz.
Biz Kendi Hikâyemizi Ne Kadar Yaratabiliyoruz? Ne Kadar Gerçeğiz, Ne Kadar Kurguya Tutunuyoruz?
Film bu cümleyle, farkında olmadan birbirimizin acılarına nasıl kayıtsızlaştığımızı, empati yorgunluğunun toplumun damarlarına kadar işlediğini hatırlatıyor. Belki de filmin tüm karmaşasına rağmen, en sahici ve en vurucu tarafı bu: Basit bir cümlenin, kültürel bir duyarsızlık biçimine dönüşmesi. Pelin Esmer’in sinemasındaki o gözlemci ruh burada yeniden beliriyor; yalnızca bir anne-oğul ilişkisini değil, her zaman çarptığımız o görünmez duvarı da sorguluyor.
Tüm film bu fikrin etrafında dönseydi, çok daha çarpıcı bir yapıt olabilirdi. Filmin bir diğer güçlü yanı, “hikâye anlatmak” meselesini hem biçimsel hem de içeriksel olarak sorgulaması: Biz kendi hikâyemizi ne kadar yaratabiliyoruz? Ne kadar gerçeğiz, ne kadar kurguya tutunuyoruz? Aliye’nin sesli mesajları aracılığıyla kurduğu dünyalarla Levent’in kısa film hayali birbirine karıştıkça film, izleyiciyi sürekli bir metin içine çekiyor. Fakat burada yine bazı anlarda anlatı temposu düşüyor, bazı yan öyküler bütüne tam entegre olamıyor. Filmin bazı bölümleri, anlatı bütünündeki akıcılığa zarar verecek şekilde durağanlaşabiliyor.

Filmde geçen mitolojik göndermeler ve barın “Aspasia” adını taşıması özellikle dikkat çekici detaylardan biri. Platon’un Meneksenos diyaloğunda, Aspasia’nın Sokrates’e hitabet ve konuşma sanatını öğrettiği anlatılır. Bu, dönemin kadınları için benzersiz bir entelektüel konumdur. Filmde bu konum Aliye’ye geçer: Aliye, Levent’in dağınık düşüncelerini, içindeki harfleri bir araya getirip anlamlı cümlelere dönüştüren kişidir. Tıpkı Aspasia’nın Sokrates’e yaptığı gibi, Aliye de Levent’in kendi iç sesini bulmasına, kelimelerle yeniden bağ kurmasına aracılık ediyor.
Sessizliğin Altında Kalan Bir Film!..
Genel olarak filmin yapısına, derdine ve anlatım tarzına bakıldığında, maalesef Pelin Esmer sinemasının oldukça altında bir eser ortaya çıkıyor. Kendine has dinginlik, içsel ritim ve karakterlerin sessiz yaralarına odaklanan bakış, bu filmde kaybolmuş gibi. Film, aynı anda çok fazla şey anlatmak isterken hiçbirini tam olarak anlatamıyor. Mitolojik hikâyeler, mekân seçimleri, kamera kullanımı gibi ögeler tek başına güçlü potansiyeller taşısa da bunların etrafında kurulan anlatı dağınık kalıyor. Özellikle kamera, izleyiciyi hikâyenin içine çekeceği yerde duygusal mesafeyi artırıyor.
Tek bir karakterin iç dünyasına odaklanılsaydı, bu derinlik çok daha etkileyici biçimde hissedilebilirdi. Aliye’nin yalnızlığı, Levent’in kırılganlığı ya da kasabanın kendine özgü durağanlığı; bunlardan biri seçilseydi film çok daha bütünlüklü ve sahici bir dile sahip olabilirdi. Pelin Esmer’in önceki filmlerinde görülen insanın içine dokunan o yalınlık, yerini karmaşık bir sessizliğe bırakıyor. Seyirciye düşünme alanı açmak yerine, onu hikâyenin dışında tutan bir karmaşa yaratıyor. Filmin anlatmak istediği şey aslında güçlü; ancak bu gücü taşıyacak sade bir form bulunamamış. Esmer sinemasının en karakteristik yanı olan “az sözle çok şey anlatma” becerisi, bu filmde fazlalıkların ve anlatısal dağınıklığın altında kalıyor.
Sessizliğiyle konuşmayı başaran bir sinemacıdan, bu kez sessizliğin altında kalan bir film!
