Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Çek Cumhuriyeti’nin Brno kentinde doğup üniversite eğitimine ibaşladıktan sonra hayatına Prag’da devam eden Milan Kundera, beşinci romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile tanınır. 1975’te Paris’e yerleşen ve hâlâ bu kentte yaşayan Kundera, bu romanı Çek dilinde yazmıştır. İki kadın ve iki erkeğin, 1968 Prag Baharı’nı da kapsayan hayatlarının anlatıldığı roman 1988 yılında Amerikalı yönetmen Philip Kaufman tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Buñuel, Godard, Oshima, Wajda, Forman gibi yönetmenlerle çalışmış başarılı senarist Jean-Claude Carrière’in oturaklı bir senaryoya imza attığı film, Persona (1966), Güz Sonatı (1978) gibi filmlerde yönetmen Ingmar Bergman ile Kurban (1986) filminde ise Andrey Tarkovski ile çalışan iki Oscar ödüllü İsveçli görüntü yönetmeni Sven Nykvist’in yakaladığı görüntülerle zengin bir seyirlik sunar.

Varoluşçu edebiyatta ismi Albert Camus ve Jean-Paul Sartre’dan sonraanılan Kundera, romanın girişinde Nietzche’nin ‘Ebedi Dönüş’ düşüncesini ağırlık ve hafiflik yönünden sorgular ve devamında roman karakterleriyle somutlaştırma çabasına girişir. “Hayır, ben varoluşçu değilim” ¹ diyen Camus’nün aksine Kundera; “Romancı ne tarihçidir, ne de peygamber: O varoluşun kâşifidir“ ² der. Ağırlık/hafiflik karşıtlığını dört karakteri ve hayatları üzerinden tartışan roman, Tomas, Tereza, Sabina, Franz ve dişi bir köpek olan Karenin arasındaki ilişkiler üzerinden varoluş ile ilgili sorduğu sorulara cevap aramayı amaçlar. Karakterler sanki kütle çekim kanunu uyarınca hareket ederler. Thomas ne istediğini bilmeyecek kadar hafiftir; başlangıçta Tereza’nın onu kısıtlayacağından çekinse de romanın sonunda özgürlüğe ve mutluluğa Tereza ile birlikte kavuşur. Tereza yanındaki bu hafiflikle yaşamakta zorlansa da onun çekimine kapılmıştır bir kere. Sabina’nın bir yerde uzun süre kalacak ağırlığı yoktur, ağırlık hissettikçe daha batıya kaçar. Franz ise yoldan geçen bir İsviçrelidir, Doğu egzotizmine tutulan has bir Avrupalıdır. Tomas’ın yazgısı, Avrupa’nın ortasında Avrupalı olamamaktır; Sovyetler Birliği’nin bir Çek doktora armağanıdır bu. Bu hayatın ağırlığını bir Fransız, bir Alman veya bir İngiliz bilemeyebilir. Fakat Thomas Doğulu olmanın ağırlığından kaçamaz, her Doğulu’nun tadacağı ikilemlerle karşı karşıya gelir. Bir akşam arkadaşları ile muhabbet ederken Oedipus ile Sovyet yöneticileri arasında yaptığı karşılaştırmadan doğan fikrini yazması tavsiye edilir ve bir gazeteye yazar. Yazdığı bu makaleden dolayı, Prag’a tekrar döndüğünde istenmeyen adama dönüşür. Ona seçim şansı tanırlar; özgürlüğünden/onurundan veya işinden olacaktır.

 “O halde gizemli kesişmelerin (Anna, Vronski, gar ve ölümün ya da Beethoven, Tomas, Tereza ve konyağın bir araya gelmeleri gibi) büyüsüne kapıldığı için romanı kınamamalı; asıl, gündelik yaşamındaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu kınamalı. Çünkü böylelikle yaşamını güzelliğin bir boyutundan yoksun bırakmaktadır insanoğlu.” ³

Kundera araya girip romanını gerçekçi bulmayanlara veya fazla romantik bulanlara seslenir ve okuyucuyu ikna eder. Murat Belge’nin önsözde belirttiği gibi bu “yazarın sesi” Kundera’nın kendi sesi olmayabilir ve olmak zorunda da değildir. Gerçekten de çoğu zaman günlük hayatın hızına kapılıp tesadüfleri göremeyiz, atmosferin aşka veya başka imkânlara uygunluğunu kaçırırız. Romanın olanakları sinemaya veya tiyatroya göre daha geniştir. Sinemada bu müdahaleyi yapmanın imkânı yoktur veya henüz bulunmamıştır. Çoğu zaman ‘anlatıcı ses’ kullanılır fakat bu romanın sesine/gücüne yaklaşamaz. Romanın başında Kundera’nın sesi veya Kundera’nın yarattığı bir ‘anlatıcı’ sesi şöyle der:

“Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.” 4

Tomas’a göre seks hafif, aşk ağırdır. Tereza’yı buna ikna etmeye çalışır; diğer kadınlarla birlikte olması önemsizdir, o sadece Tereza’ya aşıktır. Tereza ise sevmediği biriyle birlikte olamayacağını düşünür ve bunu denemeye kalkar. Bir barda, erkeklerle tartışmasında ona yardımcı olan mühendisin evine gider. Romanda beden-ruh çatışmasının çok iyi bir şekilde yazıya döküldüğü bölüm, Juliette Binoche’un mükemmel oyunculuğuna rağmen filmde yarım kalır. “Mühendisle geçirdiği serüven ona rastgele cinselliğin aşkla hiçbir ilişkisi olmadığını öğretmiş miydi? Bu tür cinselliğin hafif, ağırlıksız olduğunu? Şimdi daha sakinleşmiş miydi?” 5 Romanda ise Tereza’nın duygularının aktarımı ile bölüm tamamlanır.

Daniel Day-Lewis’in Don Juanvari tavırları, Juliette Binoche’un naifliği, Lena Olin’in keskin dişiliği ile film, roman karakterlerini hayata geçirme konusunda başarılıdır. Roman boyunca karşımıza çıkan aynalar ve şapka, estetik bir şekilde filme eklemlenir. Roman çok şey yapmaya çalışır, ne kadarını becerdiği tartışılır. Fakat film, romandan az şeyi alıp aldığı kısmın layıkını vermektedir. Kitabın varoluşçu özü yitip gitmiş, geride, özgür Çekoslavakya’nın hüzünlü hatıratı kalmıştır. Sovyet darbesi ağırdır, bu darbenin yanında karakterlerimiz hafif kalır, güçleri kendi hayatlarını bile düzene sokmaya yetmeyen insanlar, tankların karşısında ne yapabilir? Filmin güçlü bölümlerinden belki de en önemlisi Sovyet askerleri meydanlarda, sokaklarda kol gezerken fotoğraf makinesiyle bu anları yakalamaya çalışan Tereza, ona yetişmeye çalışan Tomas ve bu sırada filme eklenen arşiv görüntülerinin oluşturduğu gerçekçi histir. Özellikle ikinci yarısından itibaren bir kasvet kaplar atmosferi. Cenevre’ye giderler, Prag’a geri dönerler. Fakat Prag gün geçtikçe çirkinleşir ve Tereza’nın ani kararı ile köye yerleşirler. Belki de varlığını bir başka varlığa bağlamayarak kendi varoluşunu gerçekleştirme konusunda en becerikli karakter olan Sabina ise bir zamanlar çok yakınında olduğu bu çiftin uzağında yaşamına ressam olarak devam eder.

 

¹ Notos Dergi, Ekim-Kasım 2018, s. 40

² Milan Kundera, Roman Sanatı, s. 57, Can Yayınları, 2. baskı

³ Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, s. 61-62, İletişim Yayınları, 14. baskı

4 s. 15

5 s.165

Diğer Yazılar: Tuncay Uravelli
Üç Bıllboard Ebbıng Çıkışı, Mıssourı
Sinemaseverlerin dimağına henüz ilk filmi In Bruges (2008) ile yerleşen İngiliz yönetmen...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir