Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Alman yazar Erich Maria Remarque’ın 1927’de yazdığı, ancak 1929 yılında yayıncı bulabilen romanı Im Westen nichts Neues, lise sıralarındaki gençlerin, öğretmenlerinin vatanperver nutuklarından etkilenip askere yazılmalarının, I. Dünya Savaşı’na katılmalarının ve yaşadıkları zorlukların anlatımıdır. Hemen bir sene sonrasında filme çekilmiş ve savaş filmlerinin atası sayılabilecek etkileyici bir film ortaya çıkmıştır. Kendisi de Batı cephesinde savaşmış olan Remarque, daha sonraları Alman vatandaşlığından çıkarılmış, kitapları Naziler tarafından yakılmıştır. Günümüzde hâlen, yalın olduğu kadar çarpıcı olmayı da başarabilen böyle bir savaş karşıtı roman yazılmamıştır, belki de ileri tarihlerde de yazılamayacaktır.

1930 senesi Akademi Ödülleri’nden ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Fim’ Oscarları ile ayrılan film, Rus asıllı Amerikan yönetmen Lewis Milestone’un özenli reji çalışması ve güçlü oyunculukları ile kıymeti azalmayacak bir klasiktir. Kubrick yapımı 2001: A Space Odyssey nasıl 1968 senesi için imkânsız derecesinde öncü bir bilim-kurgu başyapıtı ise All Quiet on the Western Front da aynı şekilde 1930 senesi için hem teknik hem dramatik açıdan zamanının ilerisinde bir savaş filmidir.

“On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatındakinden daha kesin bir biçime sokulduk. Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekânın değil, ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık. Biz güle oynaya, canla başla asker olmuştuk; ama onlar hevesimizi kırmak için ellerinden geleni yaptılar. Aradan üç hafta geçince kolu şeritli bir postacının; üzerimizde önceleri annelerimizin, babalarımızın, öğretmenlerimizin, Eflâtun’dan Goethe’ye kadar bütün bir kültür çevresinin etkisinden daha üstün bir otorite olduğunu artık anlamıştık.” ¹

Olayları Paul Baeumer isimli askerin bakışından takip ederiz. Sınıf arkadaşları Kropp, Müller, Kemmerich ve daha tecrübeli olan Tjanden, Westhus, Katczinsky ile aynı birliktedir. Film, cephe savaşını görselleştirmenin yanında, bu isimleri kanlı canlı karakterlere dönüştürme konusunda da -Remarque’ın da kabul ve itiraf ettiği gibi² (edebiyat uyarlamalarında her zaman filmlerin zayıf kaldığını düşünsek de Remarque’ın sözleri, sinemanın hafızaya yaptığı görsel etkinin ispatıdır)- oldukça başarılıdır. Cephede yaşadıkları, bu karakterlerin değişmelerine sebep olur ve günden güne bu farklı dünyaya uyum sağlarlar. Okul, öteki dünya anlamsız bir geçmiştir onlar için artık.

“Bu ıvır zıvır şeylerden aklımızda daha fazlası kalmamış. Hiçbiri de bir işimize yaramadı zaten. Kimse çıkıp da bize okulda; yağmurlu, fırtınalı havada sigaranın nasıl yakılacağını, ıslak odunun nasıl tutuşturulacağını, yahut bir süngünün, kaburgalar arasına takılıp kaldığı için, en iyi karına saplandığını öğretmedi.” ³

Romanın ve ─Milestone’un yakın planlar kullanarak vahşete çevirdiği yorumuyla─ filmin derdini ince bir dokunuşla anlattığı ironik sahne -karakterlerin kaldıkları barakada küreklerle fare öldürmeleri- savaşın da insanın da özetidir. İnsan daha farelerle baş edememektedir fakat birbirini öldürmek için yarış içindedir.

Cephe gerisinde tek keyif veren etkinlik, iyi bir yemek ve üzerine de yakılan tütündür. Daha ilk çatışma dönüşü, 150 kişilik bölüğün 80’inin geri dönebilmesi sonucu yemek fazlalığı oluşur. Askerlerin ağzı kulaklarına varır, paylarına düşen iki katı yemeği yalayıp yuttukları bölüm, filmin akılda kalıcı sekanslarından bir tanesidir.

Belki de en acısı cepheden aldığınız fiziksel ve/veya psikolojik yaralarla büyüdüğünüz eve dönmektir. Bir tarafta savaşın anlamsızlığı, bir tarafta hayatın anlamsızlığı vardır. Fakat insan bir kere savaşta olmaya alıştı mı, o dünyadan getirdiği travmalar ile ne yapacağını bilemez, bocalar.

Paul izin alıp evine döndüğünde boş sokaklarla karşılaşır, filmin başlangıcında askerlerin ve sivillerin sokaktaki coşkusundan eser yoktur şimdi. Buradaki ufak ayrıntılar, filmin neden sinema klasikleri arasında yer aldığının göstergesidir; geniş açıda, bir bacağını kaybetmiş bir askeri, koltuk değnekleri ile yürürken görürüz, Paul kapanmış bir dükkânın yanından geçer, bir çocuk kaldırıma oturmuş, belki de babasından arta kalmış miğfer başında, kılıçla oynar, yanında karalara bürünmüş annesi yastadır.

Katchinzky’nin ölümü, romanın olduğu gibi filmin de en hüzünlü kısmıdır. Kitabın en tuhaf karakteridir Kat, filmde onunla domuz çalarken tanışırız. Kat gibi hayata iştahlı, güçlü bir arkadaşınızın olduğunu bilmek, ölmek ile yaşamak arasında gidip gelinen cephede en büyük moral ve güven kaynağıdır. Fakat savaş onu da yanında götürür.

“Hatırlar mısın, Kat, kazı nasıl enselemiştik? Hani ben henüz acemi erdim de ilk defa yaralanmıştım, beni o patırtıdan nasıl kurtarmıştın? Ağlamıştım o zaman. Kat, şöyle böyle üç sene oldu.” 4


¹ s. 36, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Everest Yayınları, 2017

² “Bir kitabın sinema uyarlamasını değerlendirebilecek son kişi yazarın kendisidir. 28 yıl önce filmi ilk izleyişimden, karmakarışık duygular kalmıştı geriye. Savaş sahnelerinin canlandırılış biçimlerine hayran kaldım, ama oyuncular belleğimde kalan kişilerle özdeşlik kuramayacağım yabancılardı. Farklıydılar, yüzleri, davranışları değişikti. Bugünse tam tersi. Filmin güçlü etkisiyle, oyuncularla hafızamdaki kişiler birbirine karıştı ve hatırladıklarım ikinci planda kaldı. Romanımdaki karakterleri düşündüğümde, önce oyuncuların yüzleri geliyor gözlerimin önüne. Hafızamın kuytularında aramaya başlarsam, ancak o zaman, kişiler gerçekte oldukları gibi belirmeye başlıyor. Film daha canlı, göz güçlü bir baştan çıkarıcı.” (s. 16)

³ s. 80

4 s. 219

Diğer Yazılar: Tuncay Uravelli
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir