Kadrosunda Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci ve Harvey Keitel gibi isimlerin yer alacak olmasıyla duyurulduğu günden bu yana büyük heyecan uyandıran The Irishman’ın yönetmen koltuğu da heyecan verici bir isme MartinScorsese’ye ait. Tüm bunlara ek olarak filmin hikayesinin mafya babası ve işçi sendikası lideri James Riddle Hoffa’yla ilgili olması, yani Scorsese’den yine bir suç filmi gelişi, bu heyecanı katladı. Üzerinde uzun uzun çalışılan, kurgusuna büyük zaman ayrılan filmin izleyicilerle Netflix üzerinden buluşma tarihi yaklaşırken Martin Scorsese ile Marvel arasında bir tartışma başlamış ve bunun üzerine usta yönetmen bir yazı kaleme almıştı. Bu tartışmaların ardından The Irishman’a olan merak da bir hayli arttı. Akademi ödüllerine aday olabilmek için bazı ülkelerle sınırlı olarak sinemalarda gösterime giren film, 27 Kasım itibariyle Netflix üzerinden herkes tarafından ulaşılabilir oldu.
Yazının bu noktasından itibaren sürpriz bozanlar yer alacaktır. Filmi izlemeyenlerin okuması tavsiye edilmez.
Hikayesini Hoffa’nın sendikasına işçi olarak üye olan İrlandalı Frank Sheeran’ın üzerinden anlatan biyografik bir film The Irishman. Bir huzurevine giriş yapan kameranın koridorlarda dolaşarak Frank Sheeran’ın önüne indiği uzun planla açılış yapan film, üç zamanlı bir anlatı gerçekleştiriyor. İlk ve en genel olan katman, Sheeran’ın geçmişi anlattığı, huzurevinde geçen zaman. İkincisi, anlatılan bu geçmişte, Frank Sheeran ile Russell Bufalino’nun eşleriyle birlikte yaptıkları yolculuk ve sonunda Jimmy Hoffa’nın öldürülmesine bağlanacak olan katman. Üçüncüsü ise daha da geçmişte yaşanan olayların ve Sheeran’ın mafya içerisinde yükselişinin anlatıldığı katman. Filmin büyük bölümünde bu üç zaman arasında geçişler yaşanarak olaylar anlatılıyor. Zaman ilerledikçe bu katmanlar filmin başladığı huzurevi zamanında birleşiyor ve film Frank’in ömrünün son zamanları ile kapanışı yapıyor. Filmin 3,5 saatlik süresi, karakterlerin bolluğu ve anlatılan olaylar filmin hantal olması için ortam hazırlarken Thelma Schoonmaker’ın kurgusu buna karşı mücadele ediyor. Katmanlar arasında bazen daha sık bazen daha seyrek yapılan geçişler için hep doğru anlar tercih edilmiş. Bu tercihler gerektiği zaman hız kazandırırken gerektiği zaman ise filmi dinginleştiriyor. Bir anda araya geçmişten bir karakter ve olay giriyor veya bir anda huzurevinde geçen ilk katmana dönülüyor. Bu geçişlerdeki dengenin iyi tutturulmasıyla ortaya güzel bir kurgu işi çıkarılmış.
Filmin kurgusu, bu devasa eserin iyi bir ritim tutturabilmesi için çok çabalasa da tek başına yeterli olamamış. Maalesef filmin çok uzun bir giriş kısmının olması izleyiciye dramanın aktarılmasını engelliyor. Filmin başından son bir saatine kadar sürekli yeni ve farklı olaylarla, yeni karakterlerle karşılaşıyoruz ve sürekli onları tanıma çabası içerisindeyiz. Bu tanıtımların çoğu da ikinci ve üçüncü katmanlar için dış ses olarak tanımlayabileceğimiz, birinci katmandaki Frank’in anlatımıyla yapılıyor. Karakterleri tanımaktan, olayları anlamaya çalışmaktan, dönemin ABD’sini düşünmeye çalışmaktan ötürü film bir türlü bizlere bu karakterler arasında geçen iyi bir drama sunamıyor. Son bir saat haricinde bu çabaya girişilen tek yer Frank’in ailesi ile arasında mesafe olmasının ve bunun çocuklarına yansımasının anlatılmaya çalışılması. Bu tek yönlü çaba da fayda etmiyor. Film sürekli bir ilerleyiş içerisinde, sürekli konuşan oyuncular arasında izleyiciye olaylarla ve karakterlerle özdeşleşme fırsatı verilmiyor. Ne zaman ki filmin temposu biraz düşüp kamera biraz sakinleşip karakterlerin yüzüne replikler olmadan odaklanıyor işte o zaman seyirciye bir drama aktarılmaya başlanıyor. Bu gerçekleştiğinde de filmin finalinde buluyoruz kendimizi. Böylesine bir ritim sorunu, Martin Scorsese gibi bir yönetmen için kendi adıma hayal kırıklığı oldu. Nihayetinde ne kadar özenli ve iyi çekilmiş olsa da anlatımıyla ya da hikayesiyle yeni veya örnek bir film çıkmıyor ortaya.
Filmin sonlarına doğru karakterlerin kişisel alanlarında gösterilmeye başlanması ile etkileyici bir sekansa giriyor The Irishman. Bu noktada artık film, kendi anlamından başka anlamlar da kazanmaya başlıyor. İlk paragrafta saydığımız o dev isimlerin, isimleri gibi dev olan filmografileri için de bir kapanış töreni izliyoruz adeta. Geçmişte anlatılmış hikayeler, geçmişte canlandırılmış karakterler ve geçmişte yönetilmiş filmler geliyor akıllara. Efsane suç filmleriyle zihnimize kazınmış isimler, bugün burada böylesine hüzünle kapatıyor gibiler bir dönemi. Son bir gösteri. Bir veda busesi. Geçmişteki güçlü, zengin ve çatışmalı hayatların düştükleri aciz durumlar resmediliyor. Ailelerin, baba ile kızının düştüğü sıkıntılı vaziyet gösteriliyor. The Godfather edasında bir veda ile bitiyor film. Tökezleyerek ve sendeleyerek düşen Don Vito Corleone’den bastonuyla yürüdüğü evinin koridorunda yere serilen Frank Sheeran’a. Hem öykülere hem karakterlere hem de bu karakterlere hayat veren oyunculara filmin ötesinde bir anlam yüklenerek sona eriyor The Irishman.