AŞKIN ZAMANSIZLIĞI VE MELANKOLİK BİR SOĞUK SAVAŞ
COLD WAR
2000 yılında çektiği The Last Resort ile adını duyurduktan sonra 2004’te finalini François Ozon’un Swimming Pool’una benzettiğim My Summer of Love ile dikkatleri üzerine çeken ve 2013’te yine siyah beyaz çektiği Ida ile artık dünya çapında bir yönetmene dönüşen Pawel Pawlikowski’nin son filmi Cold War, içinde bolca duygu ve his barındıran, folk koroları, jazz parçaları ve piyano eşliğinde masalsı bir aşk hikayesi anlatıyor.
1949 yılında Sovyet Rusya’ya bağlanmış olan Polonya’da bir müzisyen seçim programında başlayan film 1964’te aynı yerde son buluyor. Siyah beyaz oluşu, büyüleyici sinematografisi, nefis kamera açıları ve muhteşem oyunculuklarıyla tam tamına bir başyapıt olduğunu hissettiriyor. Zula karakterinde Joanna Kulig, Wictor rolünde ise Tomasz Kot adeta bürünerek oynadıkları karakterleriyle izleyiciyi filme bağlıyor ve tıpkı bir kayıkta ilerlermişçesine şiir gibi bir yolculuğa çıkarıyorlar. Burada elbette senaryonun müthiş akıcılığına da parmak basmamız gerekiyor. Senaryoda yönetmen Pawlikowski’ye Janusz Glowacki & Piotr Borkowski eşlik ediyorlar. Görüntü yönetmenliğinde ise Pawlikowski’yle Ida’da da çalışmış olan Lukasz Zal’ın imzası var. Senaryo, kurgu, sinematografi ve hepsinin ötesinde müthiş bir yönetmenlikle Cold War, son dönemde izlediğim en katmanlı ve en eksiksiz, kusursuz film.
ANALİZ
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, dünya Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği arasında iki süper gücün oluşturduğu Batı ve Doğu Bloku arasında ikiye ayrılmış. Onlarca ülke Soyvet Rusya’nın ve ABD’nin kontrolünde. Ve hepsinin ötesinde ve önemlisi de bu iki süper güç arasında 1946’da başlayan bir Soğuk Savaş var. İşte tüm bu gelişmelerin içerisinde savaşın başlamış olduğu ve hem Hitler’in hem de Stalin’in yumruğu altında ezilmiş olan Polonya’da bir kilisede başlıyor film. Sesleri denenerek koro programlarına, oradan da müzisyenliğe adım atacak insanlar aranıyor ve elbette eğitimcilerden ve meslekten seçilmiş jüriler de bu insanları izleyerek test ediyor.
Yarışmaya katılmış olan genç, güzel ve çekici Zula seçilen adaylardan biri olarak kendisini bambaşka bir hayatın içinde buluyor. 1952’de Stalin için oluşturulmuş Polonyalı müzisyenlerden oluşan bir koroda Sovyet Marşlarını okuyor, 1954’te Stalin sonrasının Rusya’sının da etkisiyle artık bir sanatçı olarak kariyerinde ilerliyor. Bunlar olurken hayatının aşkı, müzik direktörü Wictor ile de buluşuyorlar ve ayrılıyorlar. Birbirlerinin hayatlarında hep varlar aslında ve her buluştuklarında aynı tutku ve özlemle bağlanıyorlar birbirlerine. Ancak dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortam, savaş bitmiş olmasına rağmen bu insanların hayatını etkilemeye devam ediyor. Sonrasında, Josef Braz Tito’nun Yugoslavya’sına da düşüyor Zula’nın ve dolayısıyla Wictor’un yolu. Orada da ona göre müzik yapıyorlar.
Şöyle de bir şey var ki her birleştiklerinde ve uzun süreli birlikteliklerinde bir şeyler ters gidiyor, kavga ediyorlar. Aynı dünyanın içinde bulunduğu durum gibi, dünya gibi kendileri de iki farklı kutuplara ayrılmışlar. Ancak ikisini bağlayan ve dünyada ne olursa olsun değişmeyen tek bir şey var; o da AŞK. Aşkın zamansızlığına yenik düşüyorlar sonunda hem Zula hem Wictor.
“Haydi artık diğer tarafa gidelim, oradan izleyelim manzarayı. Oradan izlemek daha güzel” diyor Zula Wictor’a. Onlarla birlikte biz de sonsuz bir yolculuğa çıkıyor ve bakakalıyoruz. Başka hiçbir şey duymuyoruz ve görmüyoruz. Karşımızdaki ağacın dalları, yaprakları ve ovalar. Sadece onlar var. Ve boş bir bank.
Cold War, izlerken onlarca duyguyu hissedeceğimiz, hatırlayacağımız bir şaheser. Asla bitmesini istemeyeceğiniz bir şiir, bir yolculuk. Durmadan tozlu sayfaları çevrilen bir roman gibi ilerliyor ve her satırına hayran bırakıyor. Zamansız bir aşk masalı. İyi seyirler.