Sarmaşık

Geminin Ardı

Tolga Karaçelik, Gişe Memuru filminde fazlasıyla ünik bir hikayeyi enteresan şekilde içselleştirmişti. Bu sefer Sarmaşık’ta, hiyerarşi ve iktidar ilişkilerini temel alıp, birçok karakterin hikayesini, daha da ünik bir ortamda içselleştirmeyi başarmış.

Sarmaşık, sahibi olan armatör battığı için, deniz hukuku gereği limana yanaşamayan ama denize de açılamayan, yabancı karasularda demirlemiş bir geminin, altı kişilik zorunlu mürettebatının astlık-üstlük ilişkilerine odaklanıyor. Bu mürettebat; bir denizciden bekleneceği gibi sadece kendisiyle yaşamaya alışmış ve yıllarını denize vermiş bir kaptan, hayat istedikleri gibi gitmediği için bir süre ortamlarından uzaklaşmak için gelen iki mahalle çocuğu, iktidarını ancak bir iktidar altında kurabilen bir usta gemici, evleri yıkıldığı için ailesinin yanında olmak isteyen fakat gemide kalmak zorunda kalan bir aşçı ve baştan sona tüm dikkat çekiciliğine rağmen bir hayalet olarak gemide bulunan bir makineciden oluşuyor. Film işleyiş itibariyle çatışmasını, iktidar sahibi olup iktidar kuramayan ve iktidar sahibi olmayıp iktidar kurma hevesinde olan karakterler üzerinden kuruyor. Emin Alper’in Abluka filmindeki Ahmet’in yaşadığı alternatif gerçeklik hali gibi, Sarmaşık’taki gemide de, filmin ortalarından itibaren gerçeklik yavaş yavaş kaymaya başlıyor.

Yönetmen hikayeyi, bu mikrokozmos evren (mürettebat) üzerinden anlatsa da, ulaşmaya çalıştığı noktanın genel toplum ilişkileri olduğunu görmek gerekir. Bilhassa Kürt karekterinin ortadan kaybolması ve bir simülakr olarak gemide gezinmeye başlamasıyla paralel yürüyen, alternatif gerçeklik evrenine geçiş ve filmin dram bir türden kozmik-gerilim bir içeriğe doğru kayması, aslında birbiri üzerine oturan tuğlaların, birbirlerinden güç aldıklarını unutmamaları gerektiği gibi bir alt okumaya da sahip. Toplum da, birbiri üzerine kurulu girift katmanlardan meydana gelmektedir ve yönetmene göre bu sınıflar birbirine muhtaçtırlar da. Filmin, bu gerçeklik kırılmasından sonra dönüştüğü psikolojik gerilim atmosferi, son dönem Türk sinemasındaki en başarılı örneklerden biri. Edebi olarak filmin, asıl beslendiği şiirin Coleridge elinden çıktığını unutmadan, seyirci, sanki bir Agatha Christie metnine, Sherlock Holmesvari şekilde yaklaşır. Bunun yanı sıra gemideki yedinci kişidir de. Bu noktada görüntü yönetmeni ile yönetmenin ciddi bir işbirliği içinde olduğu açık.

Oyunculuk açısından Nadir Sarıbacak’a geldiğimizde, ortada ‘gerçek’ bir karakter görüyoruz. Öylesine yaşayan bir karakter yaratmış ki, biz izleyici olarak, Cenk’in, gemiye gelmeden önce de nasıl yaşadığını gün ve gün yazabilecek konuma geliyoruz. Karakter sıçrayabileceği bütün uç noktaları içinde barındırıyor ve bunu gösteriyor. Bu perdede gördüğümüz adamı daha gerçek birisi haline getiriyor. Ben buna diyalektik oyunculuk diyorum.

Filmin sonu açısından, gidilebilecek alternatif birçok nokta olmasına rağmen; açık bir uca yönelmesini çok başarılı bir seçim olarak görmesem de, genel itibariyle sözünü net bir şekilde söyleyen, toplumsal ilişkiler açısından tespitleri olan bir yapıt var ortada. İktidarın, kaptan köşkünden çıkıp ortalıkta gezindiği, nemli bir kuru yük gemisinin, sümüklü böceklerce istila edilmesi gibi, izleyeni saran fantastik bir gerilim atmosferi.

Diğer Yazılar: Ege Göksu
Bronson – Biyografi Dosyası
Bir Sürrealin Anatomisi Nicolas Winding Refn, herkesçe tanındığı Drive’ı çekmeden 3 sene...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir