Türkiye sineması, bir zamanlar içine kapanık bir ülke olarak addedilen Türkiye’nin tarihsel, politik ve sosyolojik gelişimine direnç göstererek içine kapanık bir sinema olma özelliğini bugün de devam ettirmektedir. 1970’li yıllarda üretkenliğinin zirvesine çıkan Türkiye sineması, 12 Eylül sonrası sıfır noktasına gerilemesine rağmen 90’lı yıllardaki kıpırdanmaların üzerine bina ettiği gelişimle yılda 150’ye yakın filmin çekildiği, niteliksel sorunlarına rağmen niceliksel açıdan endüstri seviyelerine ulaşmıştır. Bu büyüme, dışarıya açılmada itici güç olarak kullanılabilecek potansiyel enerjinin üretilmesine olanak sağlamıştır fakat benzer türlerin ve film kalıplarının kopyalanarak çoğaltılmasından doğan suni enerji olması nedeniyle bir türlü kinetik enerjiye dönüştürülememektedir. Belli yönetmenlerin birkaç yıl arayla çektiği filmler ve cılız birkaç ilk eserden müteşekkil grup dışında bu potansiyelin ve büyümenin ülke dışında karşılığı yok; sinemamızın, filmlerimizin, kaygılarımızın “Edirne’den öteye geçtiklerinde” hükmü kalmıyor. İçine düştüğümüz dipsiz kuyuya atılan bir taşın, Mustang’in, çıkarttığı ses ise yankılana yankılana çığlığa dönüşmüş, Türkiye sinemasının uluslararası arenada sürekli zikredilmesine olanak sağlamıştır. Yurtdışında gün geçtikçe büyüyen, büyüdükçe de yurt içinde tartışılan Mustang’i sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için tartışmalara konu olan kısımlarını ayrı ayrı ele alacağız.
Uyruk Meselesi
Türkiyeli oyuncuların oynadığı, Türk bir yönetmenin çektiği ve Türkiye’de geçen Mustang, hammadde ve imalat yeri açısından Türkiyeli olsa da iskeleti ve ambalajı buraya ait değil. Yabancı gözüne sahip bir yerlinin elinden çıktığını her anında hissettiren film, “Türkiye’ye ait” olmakla “Türkiye’ye dair” olma arasında sıkışıp kalarak çok önemsenmemesi gereken uyruk meselesinin yüzeye çıkmasına neden oluyor. Oscar adaylığı sürecinde sansüre kurban giderek Türkiye’yi temsil etme şansını elde edemeyen filmin, Cannes galibi Dheepan ve benzer ağırlıktaki filmlerin yerine Fransa’nın Oscar adayı olmasının sebebi sahip olduğu çifte pasaport. Mustang ne safkan bir Türk ne de tam olarak Fransız; “sev ya da terk et” refleksiyle bağrımıza basmamız veya reddetmemiz mümkün değil, bu önerme bizim olduğu kadar Fransa için de geçerli. Kaldı ki filmin bize ait olmadığını dile getirenlerin çoğu Deniz Gamze Ergüven’in ve Mustang’in Türkiye’ye Fransız kaldığını veya filmin kötü olduğunu ileri sürerek kimliğin üzerinde başarı tahakkümü oluşturuyorlar. Mustang; ele aldığı konuyu doğru bir şekilde aktaran, başarılı ve dört dörtlük bir film olsaydı Deniz Gamze Ergüven’in Fransa pasaportunu sorun etmeyecek miydik? Bu hususta yapılacak bir şey yok, iyi veya kötü, kendi payımızı reddemeyiz.
Usul, Esasa Mukaddem Midir?
Mustang’e getirilen en büyük eleştiri, farklı coğrafyaya ve zaman dilimine ait olayları tek bir zamana, mekâna, hikâyeye sıkıştırarak Türkiye gerçeklerini çarpıttığı ve yabancıların ilgisini çekebilmek için usulü, esasa kurban ettiği yönündekiler. Evet, Mustang’in en büyük sorunu az önce bahsettiğimiz ithamlar; filmde usulen hiçbir şey doğru değil. Türkiye’nin hiçbir yerinde kız isteme, yüzük takma, düğün faslı, çarşaf ve bekâret kontrolü filmde anlatıldığı gibi doğrudan ve ışık hızında olmuyor. Karadeniz’de insanlar İstanbul ağzıyla ve resmi biçimde konuşmuyor veya böyle ufak bir beldede hiçbir kız/erkek güpegündüz, meydanda, amcasının arabasında sevişmiyor. Anlatılanların hepsi Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmiş olaylar ama bunları 2015 Türkiye’sindeki beş kız kardeşin hikâyesine ipe dizer gibi sıralamanın açıklanabilir bir tarafı yok. Bahsettiklerimizin sübjektif olduğundan dem vuranlar içinse nesnelliği tartışılamayacak futbol kısmına (1) baktığımızda kızların minibüsle Avni Aker Stadı yerine 1100 kilometre öteye, Türk Telekom Arena’daki Galatasaray- Trabzonspor maçına (2) gidip sevinmeleriyle karşılaşıyoruz ki Ergüven’in artık gerçeklikle olan tüm bağını kopardığı ve usulü zerre umursamadığı hususunda kani olabiliriz.
Yabancılar için esası ön plana çıkartarak oryantalist bakış açısının içini doldurmayı amaçlayan Ergüven’in yaptığı komik ve saçma hatalara getireceğimiz itirazların yabancıların gözünde bir önemi yok maalesef; bir yabancılar için bekâret kontrolünün olup olmaması önemlidir, nasıl yapıldığı değil. Türkiye’den gelecek eleştirileri ve övgüleri yurt dışından gelecek övgü ve ödüllerle takas ederek kârlı bir alışveriş yapan Ergüven, alışılanın aksine, “Edirne’den içeri girdiğinde” hükmü kalmayan Mustang’le sesimizi kimsenin duymayacağı bir mahzene kapatıyor bizleri. Biz haklı olabiliriz ama kazanan usulün esasa mukaddem olmadığı görüşündeki Deniz Gamze Ergüven oldu.
Mustang’i Eleştirirken Yeni Türkiye’yi Savunmak
Mustang, kendisini eleştirenleri, kendisinin eleştirdiklerini savunan konuma düşüren bir film ve içeriğine yöneltilen her itham, bir “ama” ile açılmak zorunda. Erdoğan’ın beyanatlarını ve Bülent Arınç’ın hayâ konuşmasını uzun uzun dinlettiren, ürün yerleştirme tadındaki Diren Gezi tişörtünü gözümüze sokan Ergüven, yaptığı Yeni Türkiye eleştirisiyle muhalifleri muhafazakâr bir söylemin içine hapsediyor ve gelen eleştirilerin bağlamından kopartılarak çarpıtılmasına kapı aralıyor. Politik duruşunuzu bilmeyen birine Mustang’i eleştirmeden önce açıklama yapmak zorunda kalıyor olmanız bile Deniz Gamze Ergüven’in hakkını teslim etmek için yeterli bir sebep; uzun zamandır bu kadar kurnaz bir yönetmen ve filmle karşılaşmamıştık nihayetinde.
İster sevelim, ister yerden yere vuralım; Mustang, bizi anlatan ve bizden olan bir eser. Kabullenelim veya reddedelim, sevabı da günahı da bizim hanemize yazılacak, aldığı her övgünün bir getirisi ve bir de götürüsü olacak. Sınavda beklemediğimiz yerden soru geldi diye kâğıdı yırtıp parçalamamıza gerek yok; başarısı, “galiptir bu yolda mağlup” dedirtecek bir dönüşümü başlatabilecek bu kötü filmle olan imtihanımızı iyi vermemiz gerekiyor.
Notlar:
(1) Filmde hacimli bir yere sahip futbol hususunda yapılan yanlışlar saymakla bitecek gibi değil. En küçük kardeş Lale’nin izin isterken kurduğu “Bu hafta Süper Lig’in çeyrek final maçları varmış.” cümlesindeki gibi eleme usulü oynanan bir lig yok, dolayısıyla çeyrek final diye bir şey de yok. Amcanın “Bu cumartesi oynanan maçta olanlardan haberiniz yok.” dediği ve haberlerde görüntülerini izlediğimiz maç ise, 10.03.2014 tarihinde oynanan Trabzonspor-Fenerbahçe maçı ve filme göre 1 maç ceza alan (gerçekte 6 maç) Trabzonspor’un bir sonraki iç saha maçı Galatasaray’la. (gerçekte 9 hafta sonra, 11.05.2014 tarihinde) Bu iki maç arasında oynanan ve amcanın rakı sofrasında arkadaşlarıyla izlediği maç, Wesley Sneijder’in 2 gol attığı, 2-1’lik Galatasaray- Fenerbahçe (18.10.2014) maçıdır ve bu maç ile olaylı maç arasında gerçekte 7 ay vardır. Fikstürü ve maçları zerre dikkate almadan rastgele üst üste bindiren, Trabzon taraftarlarını Galatasaray golünde havaya sıçrayan insanlara çeviren Ergüven’in şu ana kadar yaptıkları aslında hiçbir şey! Evden izinsiz ayrılan ve köyden kalkan dolmuşa binen kızlarımız, Avni Aker’deki Trabzonspor-Galatasaray maçı yerine, Türk Telekom Arena’daki Galatasaray-Trabzonspor maçına ışınlanıyorlar! Burak Yılmaz’ın attığı golden sonra çılgınca sevinen ve yayıncı kuruluşun kameralarına takılan kızlarımızın 1100 kilometre ötedeki bir stada ne zaman ve nasıl gittiği, kıyafetlerinin ve tuttukları takımın nasıl değiştiği tam bir muamma! Finalde güç bela evden kaçıp öğretmenlerine sığınmak için bin bir çabayla İstanbul’a giden iki kızımız boşuna yorulmuş aslında, Arena’dan Taksim metroyla 15 dakika.
(2) Ergüven, filmde zamanı ve mekânı bükerek alternatif bir evren yaratıyor. Filmin başında yaz tatili için okuldan ayrılan kızlarımız, ilk maçın tarihine göre, Şubat’ta yaz tatiline çıkmış oluyorlar. Haziran ortasında tatile giren okullarımızı göz önünde bulundurduğumuzda Ergüven’i MEB’in başında görmek isteyen milyonlarca öğrenci toplayabiliriz rahatlıkla. Mart ayında kızlarımızı mayoyla güneşlendiren, bir hafta sonra Eylül ayındaki maça ışınlayıp 10 dakika sonra geri getiren Ergüven’den Mustang: Days of Future Past tadında bir devam filmi beklemek en doğal hakkımız.