Murat Düzgünoğlu Röportajı

Sinemaya sadece kendi bakışını yansıtabilen nadir yönetmenlerden Murat Düzgünoğlu. Hiçbir tarafa bağlı olmayan, din, siyaset çekişmelerinden uzak kalarak kendi hikayelerini anlatan değerli bir isim. Ekibimizden Furkan’ı Cihangir Atölye Sahnesi’nde Muhammed Uzuner ile birlikte ağırladılar. Furkan’ın diğer röportajlarında olduğu gibi yine sadece sinemanın konuşulduğu dolu dolu bir röportaj sizlerle.

Öncelikle biraz kariyerinizden başlayalım konuşmaya. Televizyon kariyerinizden sonra sinemaya geçiş süreci nasıl oldu? Özellikle “Hayatın Tuzu” filminiz ile “Neden Tarkovski Olamıyorum” arasında yaklaşık 9 senelik bir zaman var.

Arada geçen süreç televizyon için projelerle geçti. Aslında ben sinemayla başlamadım, televizyon ile başladım yönetmenliğe. Biraz koşullar bunu zorladı, biraz da asıl yapmak istediğim sinemaya giderken biraz daha donanımlı olmak, biraz daha set tecrübesi edinmek gibi bir niyetim de olmuştu. Hayatın Tuzu’ndan sonra tekrar dizi çekmeye başladım. Bunlar tabii ki maddi zorunluluktan ötürü içinde bulunduğum projelerdi. Yoksa ciddiye aldığım ve değerli bulduğum bir alan değil. Hatta sorunlu bir alan aslına bakılırsa. Filmlerime biraz kaynak yaratabilmekti temel niyetim. İlk iki filmim Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmişti. Ama bu fon yetmiyordu. Dizilerde çalışarak para biriktirip filmin bütçesini yükseltmeye çalışıyordum. Ve tabii ki yaşamak için de gerekli bir şeydi.

Halef filmine geçecek olursak, önceki filminizle arasında uzunca bir süre var. Filmin hikayesi ne zaman oluşmaya başladı? Nasıl bir serüvenden geçti bu film?

Yazdığım üç dört tane hikaye vardı. Onlara eğilim gösteriyordum. Fakat yaşantımdaki bazı dönemeçlerden sonra Halef’in ilk kaba hikayesini yazdım. Senaryo ortağım Melik Saraçoğlu ile bir araya geldiğimizde, anlattığım hikayelerden Halef’i ilginç buldu. Zaten en yakın ve en yeni çalıştığım hikaye de Halef’ti. Beni de duygusal olarak daha derinden etkileyen bir yapısı vardı. Yaklaşık altı ay çalıştıktan sonra bir senaryo ortaya çıktı. Bu çok içimize sinmedi. Yorumlarına güvendiğim bir kaç kişiye okutunca gelen eleştiriler kapsamında senaryonun yapısında bazı değişiklikler yaptık. Fakat bu değişiklikler sonunda bütün senaryonun yapısının çöktüğünü düşündük. Hikayedeki iki ana karakter dışında kalan bütün her şeyi çöpe atarak bütün senaryoyu tekrar yazmaya başladık. Bu da yine altı ay kadar sürdü. Toplam bir seneyi geçen bir sürede hazır oldu. Bittikten de yaklaşık bir iki ay kadar sonra filmi çekmeye başladık.

Filmin hikayesi yaşadığımız çağ ve çevrede başat diyebileceğimiz bir çatışmaya işaret ediyor. Burada metafizikle ve mistisizmle kaplı bir dünya ile ve modernizmin getirdiği bir inançsız dünyanın çatışması var. Böyle bir hikayeyi tercih etme sebebiniz neydi?

Açıkçası modern insanın da ve kendimin de en önemli korkusunun ölüm korkusu olduğunu düşünüyorum. Kendi yaşantıma baktığımda ölüm korkusunun en gizli, en derin yerde saklanıp kaldığını ve üstünü birçok şeyle örttüğümü düşünüyorum. Ama bir şeyi bitirmekteki zorlanmam; bir yazıyı, bir kitabı, bir ilişkiyi bitirirken ki zorlanmalarım gibi o kadar çok yandan aslında ölüm korkusunun kendisini hissettirdiğini düşünüyorum ki kaçınılmaz olarak hikayenin içerisine kendiliğinden girdi. Bir yanım son derece akılcı bir yerde duruyor. Bir yanımda ise bu dünyayı, bu evreni akılcı bir yerden yorumlamayı geçersiz kılacak bir arayışım var. Buna tam olarak dinsel bir arayış diyemeyiz ama içerisinde ona benzer öğeleri barındıran, bir bilinmezi barındıran ve bu ölümsüzlük arzusunu barındıran çok şey var. Sanatın kendisiyle uğraşmanın altında da iyi kötü bu duyguların da hakim olduğunu düşünüyorum. Evrenin sonluluğu, ölüyor olacağımız ve hiç bir şeyin buna engel olamayacağı, bu hayatın boşa giden bir hayat olduğu fikri aslında her şeyin bu açıdan anlamsız ve melankolik olduğunu da hissettiriyor. Bu sadece bana değil muhtemelen farkında olsun ya da olmasın herkese hissettiriyor. Ölüme de çözüm aramaya çalışıyor insanlar. Buna dair kendilerini inandırdıkları bir takım gerçekler var. Bunlar ne kadar “gerçek” ne kadar “yalan”. Film de biraz bunun etrafında dönüyor.

Bir önceki filminizi konumlandırdığım yer harekete daha yakın olan bir sinemaydı. Bunu söylerken kastettiğim biraz daha kısa planların öne çıktığı olay örgüsünün kendini daha belirgin olarak hissettirdiği bir filmdi. Bu film ise uzamı ve zamanı daha öne alan bir sinema anlayışına yakın. Bunu uzun ve durağan planlar, imgeler ve imajların kullanımıyla da görüyoruz. Sinema anlayışınızda rotayı biraz daha bu tarafa mı çevirdiniz? Yoksa konu mu bunu gerektirdi? Bu üslup da daha da derinleşmek gibi bir motivasyonunuz var mı?

Bu biraz konu bunu gerektirdiği için değil aslında. Kendiliğinden böyle de olur bir parça ama bir taraftan seçtiğiniz dil de konunuzu belirler. Sizin sinemasal eğilimleriniz de konuyla ilgilidir. Karşılıklı bir gidiş geliş vardır gibi geliyor bana. Ben biraz daha kendi dilimi bulmaya çalışıyorum. Bu aslında kendi eğilimlerimi anlama sürecim. Biraz aynaya bakmak gibi, sinema yapmak gibi. Ben ne yapmak istiyorum sorusu, nasıl anlatmak istiyorum soruları geliyor ve sahnenin kendisi bende bu şekilde canlanıyor. Daha önce öyle canlanıyordu. Burada senaryo yazarken sahnenin bütün ritmi de kuruldu. Örneğin filmin başındaki kuyu sahnesinde bütün plan benim kafamda oluştu ve olduğu gibi de geçti zaten filme. Yani ben de canlanışı neyse onu geçirmeye çalıştım. Nasıl gördüysem onu anlatmaya çalıştım.

Filmde şehir, modernizm, eğitim ve kısaca rasyonalitenin temsil ettiği Mahir karakteri kendi inandığı doğruları sorgulamaya başlıyor. İnsan sonuç itibariyle de biraz aciz bir canlı, aklın ve rasyonalitenin bile sığınacağı tutmak istediği bir dal oluşuyor. Bunun da arkasında da sizce yine bir rasyonalite mi yatıyor?

İhtiyacın kendisi biraz da kendi mantığını dayatıyor aslında. Akıl ölümün karşısında, evrenin genişliği karşısında biraz bizi çaresiz bırakabiliyor. İnsan sanki bu ölecek olmasının hıncını da yaşıyor. Bunu biraz da haksızlık gibi hissediyor. Bu şekilde oluşan bir anksiyete var ve bu anksiyeteye de bir çözüm üretmeye çalışıyor. Bir arkadaşım vardı. Beyninde tümör vardı. Ölüm, tanrı, inanç üzerine sohbet ediyorduk. İnançlı birisiydi, inanmak zorundaydı ve elinde sadece o vardı. Ben genç bir adamdım, sağlıklı birisiydim. Neşeyle hayata katılıyordum, melankoliden bile haz alıyordum. Ama o basit, apaçık bir şekilde ölümle yüz yüzeydi. Bu adam hayatın fişi çekilmiş bir ekran gibi kararmasına tahammül edemiyordu. Ama o Mahir karakteri gibi sonradan eğilimlerini o tarafa çevirmedi. Kendisi zaten inançlı birisiydi. Bir insan bu şekilde bir şeyle karşılaştığında elinden çok fazla bir şey gelmiyor. Kendisini inandırmak istiyor. Bir çözüm üretmek istiyor. Bir insanın bu durumda bize irrasyonel gibi gelen yerlere kayması bana kalırsa son derece akılcı. Benim karakterimin reenkarnasyona inanması akıl dışı gibi duruyor. Ama ruhsal ve fiziksel ihtiyaçlarımız bizi biraz şekillendiriyor. Mahir’in ve Halef’in de inanma arzularının kendisi bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Filmde Halef’e Mahir ile birlikte seyirci de inanmaya başlıyor. Hatta Mahir’in dünyası da mistik bir çerçeve içerisinde ilerlemeye başlıyor. Böyle bir ritmi kurarken nelere dikkat ettiniz? Hatta Bresson’un bir sözü vardı. Filmin en önemli öğesi ritimdir diyor.

Ritim benim için de çok önemli. O ritmi yakalayabilmek ve bütünlüklü bir şekilde kurabilmek için epey bir kafa patlattım. Ama bir yandan aslında o ritim sonradan eklenmedi. Sahnenin kuruluşunda var zaten. Filmin başındaki kuyu sahnesi en başından belliydi. Başka bir sahne vardı. Etkileyici bir sahneydi ve üzerinde de epeyce bir çalıştım. Zor ve uzun bir sahneydi. Fakat Melik’e de sürekli şunu diyordum. Güzel de ama sanki yeterli ve işlevli değil. Sonra bu sahne kafamda canlanmaya başladı. Çocuğun kuyuda bize baktığı anın görüntüsü gelmeye başladı. Buna alternatifler de çektim tabii ki. Zaten sinema bence o kadar emin olarak ilerleyebileceğiniz bir alan değil. Bunu diğer sahnelerde de yaptım. Sonrasında kurguda da o anın gerçekliği inandırıcı olsun, her bir sahnenin ritmi olsun ama bu bütün bir filmin ritmini de bozmasın diye dikkat ettim. Bu ritim aslında içimizde olan bir şey. Sonradan edinilen bir şey değil. Eğer sonradan ediniliyorsa bunun yapıntı olma, sahte olma ihtimali çok yüksek.

Samimiyetten uzak oluyor aslında diyebilir miyiz?

Yani içeriden olmuyor. Çok mistik bir şeyden bahsediyor gibiyim. Bir şiir yazmak gibi, şiiri yazıp sonra üzerinde çalışmak gibi. Üzerinde çalışılmayan şiir, şiir değil diyebiliriz. Ama bir de içeriye doğduğu, hissettiği, dayattığı bir yapı var. Onu da yok sayamayız. Ben bunlara dikkat ettim. Hep kendime; “Sen ne hissettin bunu kaçırma, nereden çıkmaya karar verdim yola” sorularını sordum. Bunun yanında da yeni bir şey deneme konusunda da tutucu olmamaya çalıştım. Ritimsel olarak da başka şeyleri de denedim. Şüpheyle baktığım anlar da oldu. Ama hep içerideki ses baskın çıktı.

Şimdi soracağım soru için öncelikle şunu belirteyim, bir “aşırı yorum” olabilir. Filmin ana ekseninin dayanmış olduğu “Kuyu” bir sembolü temsil ediyor. Burada Hz Yusuf’un hikayesine korele bir durum var. Bir başka durum ise Mahir’in portakal ağaçlarının arasından koşarak annesinin yanına gittiği bir sekansta Hz Muhammed’in taif olayına tezat bir temsil hissettim. Buradaki tezatlık ise şuradan doğuyor, burada Mahir’in temsil ettiği akıl, rasyonalite, eğitim gibi değerler, çeşitli mistik fantezilere bel bağlayan bir topluluk tarafından taşlanıyor. Tabii dediğim gibi bunlar benim kendi yorumum. Siz neler söylemek istersiniz?

Bu bir yorum ve benim bilmediğim bir yerlere doğru gidiyor. (Gülüyor) Açıkçası bu kuyu metaforunun dinsel karşılıklarını bilmiyorum. İlgilenmedim de gerçeği konuşmak gerekirse. Tabii çok kabaca bir bilgim var. Melik’le yazarken “Böyle bir şey mi var?” diyeceğimiz bir hikaye değil. İyi kötü bu ülkenin de eğitim sisteminden gelen bir bilgiye sahibiz. Ama kuyu metaforunun aslında kadim bir metafor olduğunu, bütün kültürlerin tamamında olduğunu ve derine doğru gitmenin, zihnin derinliklerine gittiği psişik yorumlarının olduğunu biliyoruz. Ama o Taif olayını gerçekten bilmiyorum. Orayı aslında, o çevrenin içerisinde Mahir’in çatışmalı ruh haliyle değerlendirmiştim. Buna benzer imgeler kullanarak bunların üzerine çalışmaya başladık ve onun üzerinden incelemeye başladık. Filmin bir acaba sorusu var. Bu acabanın bütün bir filmin tamamına sinmesini istedim. O acabalar rüyalar için de geçerli. Bu rüya da o acabanın rüyası. Filmin finalinde de bu var. Bir acaba üzerine kurulu. Filmin belki de diğer bir adı Şüphe olabilirdi. İnancın kendisinde de bir şüphe var zaten. Ben inanan insanların da birçoğunda o şüphenin aşağılarda bir yerlerde durduğunu hissediyorum. Herkeste değil tabii. Bunun yanında inanmayan insanın da o şüphesinin bir kenarda durduğunu da düşünüyorum. Şüphenin de paranoyakça bir yere varmadığında çok hayırlı bir bakış açısı olduğunu da düşünüyorum. Kendinden emin olmamanın, kendi ilk tepkilerine şüpheyle bakmanın psikiyatri ile karşılaşan modern insanın kendiliğinden öğrenmesi gereken iyi bir yan olduğunu düşünüyorum.

Filmde dramatik öğeleri oluştururken teatral bir havadan uzak durmayı tercih ettiğinizi görüyoruz. Bence Türk sinemasının en önemli problemlerinden birisi de bu dramatik öğelerin anlamsız ya da yoğun bir dramatizasyon şeklinde kurgulanması olabilir. Siz Türkiye Sineması’nda bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sanıyorum şöyle çalışıyor mevzu, bir film yapmak pahalı, itibarlı, zor gibi bir takım kaygılar var. Çok kaygı yönlendiriyor. Böyle olunca yapanın üretenin içerisinden gelen bir ruh ve atmosferle yapılmıyor. Çoğunlukla bu kaygılarla oluşturulmuş ritim silsilesi oluşuyor. Burada yapan da neden böyle yaptığını bilmiyor. Sadece etkileyici olsun istiyor. Her bir sahneyi kendi içerisinde etkileyici kılmak istiyor ve bunları kurarken de birbirine teğellemeye çalışıyor. Bu tür filmlere baktığımda tek bir tablo değil de birbirinden farklı yapılarda oluşmuş bir sergi gibi geldiğini hissediyorum. Aslında mesele tek bir tablo yapabilmek. Tıpkı Bruegel’in, Bosh’un resimleri gibi olmalı. Bakınca farklı farklı sahnelerin olduğu ama bir araya geldiğinde de bir bütün oluşturduğu resimler gibi olmalı. Ama diğer yapımların da asıl meselesinin bu kaygılar olduğunu düşünüyorum. Bu tek başına beceriksizlik değil bence. Çünkü zanaatına son derece hakim olan ve tecrübeli sinemacılarda da var bu.

Hatta arthouse ekseninden baktığımızda orada da yeterince var.

Tabii hatta orada daha fazla var ben sana söyleyeyim. Orada keyfilik o kadar tartışılmaz bir yerde duruyor ki bunları konuşamaz hale geliyorsun. Sanat dediğimiz alan çok muğlak bir alan. Bu alan üzerinden de keyfiliği üretmek çok kolay oluyor. Ve bir şeyin keyfi olup olmadığını da çıkartmak ve bunun değersiz olduğunu savunmak da çok zor.

Filmde oyunculuklar çok başarılıydı. Hatta en basmakalıp ifadeyle dile getirecek olursam “Oynamıyorlardı” “Neden Tarkovski Olamıyorum? “da da keza aynı şekilde, oyuncu yönetimi konusunda özel olarak dikkat ettiğiniz noktalar var mı? Bunlar neler?

Filmi çekerken bir yönetmenin doğal olarak en çok ilgilendiği ve olması gereken bir detay da oyuncular. Seyircinin de her zaman ilk dikkat ettiği şey oyuncular. O hayatın gerçek olarak kimde canlandığıdır. Oyuncu yönetimi benim uzun zamandır, gerek televizyon işleri gerekse ticari sinemada kafamı sürekli meşgul eden bir yan. Yapılan şeyin biraz da Tarkovsky’nin değişiyle o” Tekrarlanamazlığı yakalamak” olduğunu düşünüyorum. Bunu gerçekleştirmek için de ağır bir mizansende çalışılır. Çok şanslıyım çok iyi oyuncularım vardı. Bu yaklaşımımı epeyce bir onlarla konuştum. Hangi anların daha değerli olduğunu, nerelerin doğru olduğunu, nerelerin yapay, sentetik, öğrenilmiş ve tekrar edilen bir oyun biçimi olduğunu anlatmaya çalıştım. Çok çabuk anlıyorlardı ve denemekten korkmuyorlardı. Ben de korkmuyordum. Gündelik hayatın içerisinde insanların zihinlerinin hep dağınık olduğunu düşünüyorum. İnsanların en dikkatli oldukları anlarda bile küçük detaylara kafalarının gittiğini düşünüyorum. Mesela bir mizansen kurarken şuradan bir ses geldi ona bak diyordum. Çünkü günlük hayatta biz birini dinlerken bir yerden bir ses gelir kafamızı çevirip bakarız. Buna kimse niye bana bakmıyorsun demez. Böyle bir belgesel hissi versin, bir kurgu içerisinde gerçeklik hissinden koparmasın istedim.

Bir önceki buluşmamızda sizinle sohbetimizde önemli bir konudan bahsetmiştiniz. Bu filmi tamamen kendi imkanlarınızla hatta bir banka kredisiyle çektiğinizi söylemiştiniz. Özellikle günümüzde birçok yönetmen tarafından da şikayet edilen, sürekli gün yüzüne çıkartılan bir konu bu. Sizin bu tavrınız da bence çok değerli. Yönetmenlerin özellikle bakanlık fonları kapsamında gerekli desteği göremedikleri için huzursuz olmalarına nasıl bakıyorsunuz?

Çok anlaşılır buluyorum. Sinemanın çok pahalı bir sanat olduğu su götürmez bir gerçek. Ben bunu yapabiliyorum bu şekliyle, bakanlık fon almadan, borçla yapabiliyorum. Herkes bu bedeli ödemek zorunda değil. Bu anlaşılabilir bir şey. Fakat onun da bir bedeli var. Sansür, birilerine beğendirmek, ikna etmek gibi ahlaki ve ideolojik bir takım problemleri var mı? Bence var. Önceki iki filmimde de var mı? Evet var. Böyledir bu, yani bir kurumla baş başa kalıyorsanız ve birinin onayına sunuyorsanız eninde sonunda bir onay almak zorundaysanız kendinize bir çekidüzen verirsiniz. Vermek zorunda olmayanlar da vardır.

Ben böyle bir hikayenin alabileceğini de düşünüyorum aslında, tabii belli politik tavırlar yaşanılan bazı sorunlar dışında. Yani hikaye itibariyle.

Valla almayabilirdi söyleyeyim. Yani politik tercihlerin dışında. Ama almadığı da ortada sonuç olarak. Bize sunulan da bu filmin bakanlığın oluşturduğu bir jüri tarafından desteklenmeye layık görülmediğiydi. Böyle basit bir gerçek var. Dış gerçek bu, içeride neler oluyor onu bilemem.

İmza atmıştınız sanırım

Evet atmıştım. Ama ondan mı, yoksa başka bir nedenden mi? Onları bilmiyoruz. Ama ben almayacağını biliyordum. Sırf bu belgelensin diye bakanlığa başvurdum. Zaten çekimlere başlamıştım. Yani bu şekilde film çekebilmek büyük bir rahatlık. Maddi bedeli çok yüksek bir rahatlık. Hiç kimseyi beklemiyorsunuz. Yazışmalar yok, bakanlığın koridorları yok, o yıpratıcı evrak silsileleri yok, politik olarak acaba ben yanlış bir şey mi yapıyorum soruları yok. Ne istiyorsam iyi kötü, az çok onu yaptım. Maddi bedeli çok yüksek dediğim gibi ama ben aynı zamanda arkadaşlarımla yaptım. Onların desteğiyle yaptım ve her sinemacı da bu desteğe sahip olmayabilir. Olmak zorunda da değil. Bu da bir gerçek.

Filmin finaline değinmek istiyorum. Alfred Hitchcock ile özdeşleşen McGuffin terimi var. Bu terimi biraz açacak olursam, hikayede çok önemsiz gibi görünen bir detay filmin sonunda çok önemli bir yapıya sahip oluyor. Sizin filminizin finalinde ise mecazen adeta bir balon patlıyor. Bu biraz da riskli açıkçası, bu riski nasıl göze aldınız? Böyle bir son neden tercih ettiniz?

Riskli olduğunu senaryoyu yazdığımızda da Melik ile çok konuştuk. “Arzu ettiğimiz niyetin ötesine geçer mi? Yanlış anlamalara neden olur mu?” diye düşündük. Çok da dert edindim. Çekerken de aslında kendimi sağlama alarak bir kaç final çektim. Filmin yapısı şüphe üzerine olduğu için o şüpheyi son ana kadar korumak istedim. Halef yalan söyledim derken yalan mı söylüyor yoksa doğruyu mu söylüyor? Arada bir yerde kalsın istedim. Kimi insanlar haklı argümanlar sunarak yalan söylemiş dedi. Kimi insanlarsa aslında benim niyet ettiğim arada bir yerde duruyor bu hikaye dediler. Mahir de ilk anlamına inanıyor Halef’in. Ben biraz dediğim gibi arada bırakmaya çalıştım. Sonuç olarak bunlar da seyircinin vereceği bir karar.

Mahir’in kendini asmaya niyetlendiği bir sahne var. Orada bir tavuk gördükten sonra vazgeçiyor. Kişisel olarak çok merak ettiğim bir detaydı bu benim?

Mahir’in kendini ölümle sınamasını istiyordum. Bu çok da sık olan bir şey. Yani ölümcül bir rahatsızlığı olan birisinin kendisini öldürmesi çok sık yaşanan bir gerçek. Sahneyi niyet etsin ve vazgeçsin şeklinde kurarken gözümün önünde tavuk canlandı. Sonra da dedim ki ya evet çok basit, sıradan, hayatın içinden, kendiliğinden yaşayan, yaşadığını düşünmeyen, öncesini ve sonrasını düşünmeyen bir varlık olarak tavuk bana çok doğru geldi. Bir yandan komik, bir yandan saçma. Ben bu tarz anlarda öyle büyük olayların kişiyi ölümden vazgeçirip geçirmeyeceğinden emin değilim. Nitekim bir olayla karşılaşmıştım. Bir kadın intihar etmeye kalkışırken, kapıya sevgilisi, itfaiye, polis geldi. Her yeri kırarak açmaya çalışırlarken intihar etti. Olayın büyüklüğü tam tersine belki onu daha provoke etti. Belki bir solucan görse de böyle hissederdi. Filmde de buna benzer bir durum vardı. Zaten çektikten sonra belki atarım da dedim. Ama atmadım.

Filmin geri dönüşleri nasıl oldu? Festivallerde gösterildi, oralarda seyircilerin görüşleri?

Oralarda aslında ben yapısı gereği samimi olmadığı hissine kapılıyorum. İşte soran da kendini zeki hissetmek istiyor. Cevap veren de ben buna nasıl cevap vereceğim kaygısı içerisinde oluyor. Çoğunluğu da şimdi sorsam mı, sormasam mı kaygısı yaşıyor. Oralarda hiç beklemediğim bir şeyle karşılaşmadım. Üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğim sorular geldi. Bu filmin anlaşılmasının ve beğenilmesinin daha zor olduğunu düşünüyorum. Bana göre ise yaptığım en iyi film. Ne kadar anlaşılacak ona emin değilim. Mükemmel bir sinema filmi yaptım. Anlamıyorlar da demiyorum kesinlikle. Ama edebiyat üzerinden bir sinema eleştirisi de var. Hikayenin üzerinden ve yapısından konuşma biçimi var. Bunun çok da sinemayla ilgili olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bahsettiğimiz o ritim, oyunculuk meseleleri film yapmadan, ya da niyetlenmeden çok zor anlaşılır diye düşünüyorum.

Mahir üzerinden gittik. Bir de Halef’ten bahsedelim isterim. Bir temizlik görevlisi kendisi orada bir kadına aşık oluyor. Kendini küçülmüş de hissediyor kadın karşısında bir yandan da çevresindekilerde büyük etkiler de bırakıyor dolaylı olarak.

Biraz bu benim de tanıdığım birisi. Yani değişik yanlarıyla. Ben Hatay’da tanıştım böyle birisiyle. Öldüğünü ve yeniden doğduğunu iddia ediyordu. Mirastan pay almak istiyordu falan filan. Yaşantı olarak farklı birisiydi. Biraz bunlardan beslenerek yazdım. Bir kara mizah öğesi gibi girebileceğini sandığım yanlar bir türlü giremedi. Kara mizahı da severim üstelik. Hatta Melik’e ilk hikayeyi anlattığımda buna bir kara mizah da girebilir diye düşündüm. Ama bir türlü girmedi içerisine. Biraz melankolik, yalnız, ihmal edilmiş, evrendeki yerini bulamamış bir karaktere dönüştü. Ama filme de ismini verebilecek kadar da önemli bir karakter haline de geldi.

Yer alacağınız başka festivaller olacak mı?

Adana’da olacak. Ayvalık’ta başka sinemanın bir festivali var. Orada var. Malatya’ya başvurduk. Başka da bir şey yok sanırım. Antalya’ya zaten gitmeyeceğim için.

Ulusal yarışmayı nasıl buluyorsunuz. Antalya ile ilgili olarak…

Anlamlı buluyorum. Hayırlı buluyorum ve bence olması gereken bir şey. İyi bir karşılık.

Sonraki projeleriniz neler? Önümüzde var mı?

Bir kaç proje var. Beni heyecanlandıran bir proje var. 7-8 senedir üzerinde çalıştığım bir film, Osmanlı döneminde geçen ve tek mekanda geçen bir film. Sanki yapı olarak da biraz daha fazla izleyicinin izleyebileceği bir yapısı var. O nedenle para bulabilirim diye düşünüyorum. Bir tane yine onunla iç içe geçen ama ayırmayı düşündüğüm bir şehzadenin hikayesi var. Onu önce bir tiyatro oyunu olarak yazmak istiyorum. Hatta belki burada hayata geçer. Bir kaç tane de günümüzde geçen bir proje var. Bakalım neyi yazacağımı henüz tam bilmiyorum.

-Bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz.

Ben de teşekkür ederim.

Diğer Yazılar: FikriSinema
“HAYALLERİM, AŞKIM VE SEN”  RESTORE EDİLMİŞ KOPYASIYLA 43. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE
Sinemaseverler bu yıl, Atıf Yılmaz’ın Ümit Ünal’ın senaryosundan sinemaya aktardığı, başrollerini Türkan...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir