MANK

Geçmişten Gelen Bir Film: Mank

Zorunlu uğraşlarımızın izin verdiği kadarıyla pandemiden korunmak için evlere kapandığımız ve artık iyice bu durumdan sıkıldığımız şu günlerde sıkıntımıza derman olabilecek bir film geldi: Mank. Sizde de bir heyecan oldu mu bilmiyorum ama Mank’in yayımlandığı cuma, bana o eski cuma günlerini anımsattı biraz. Öncesinde basın gösterimlerinden gelen yorumlarla beklentinin doruğa çıktığı, sinemanın fuaye alanında sabırsızca film saatinin beklendiği, mısır kokuları eşliğinde salona girdiğimiz cuma günleri. Maalesef ki bu heyecanı bu kez sadece özlem duyarak yaşadım. Evimde oturup belki de pandemi boyunca onlarca kez yaptığım gibi bir film açarak izlemekti sadece yaptığım. Fakat bu kez her şeye rağmen bir farklılık hissi vardı içimde çünkü altı yıl aradan sonra yine bir David Fincher filmi izleyecektim. Üstüne üstlük bu filmin konusu sinema tarihine anıt gibi dikilmiş bir filmin, Citizen Kane’in, yazılış süreciydi.

Eğer gelip de bu yazıyı okuyorsanız zaten Citizen Kane’in önemini de az çok biliyorsunuzdur veya kulağınıza çalınmıştır. Defalarca yazıldığı gibi anlatmak yerine farklı bir benzetmeyle, bir kez de ben Charles Foster Kane’in ölmeden önce telaffuz ettiği son kelime olan “rosebud” gizeminin peşine düşen filmin öneminden bahsedeyim. İşbu satırların yazarı sinema tutkunu bir matematik öğretmeni olduğundan aklına matematik tarihine de anıt niteliğinde dikilmiş bir eser geldi: Öklid’in Elemanları. Lisedeki geometri derslerinizden Öklid bağıntısını duymuşsunuzdur zaten. Evet, işte oradaki Öklid. Bu kitap MÖ 300’lü yıllarda yazılmıştır. Mesela daha kolay hatırlayabileceğiniz Pisagor bağıntısını da içerir bu kitap. Bunun gibi yüzlerce geometrik teoremin ispatını yapmıştır Öklid. Aslına bakarsanız ispatladığı bazı şeylere çok daha eskiden de rastlanır ancak bu kitabın asıl önemi, tüm bu matematiksel iddiaları, sezgisel yolla hissedilen sayısal ilişkileri, sistematik olarak bir kitapta toplayarak, onları belirli aksiyomlarla temellendirerek ispatlaması ve gelecek nesiller için bir başvuru kaynağı özelliği kazanmış olmasıdır. İşte Citizen Kane de 1941 yılında sinematografik açıdan birçok tekniği ilk kez senaryosuyla uyumlu, görsel anlatısına hizmet edecek ve sistematik bir şekilde kullanmıştır. Örneğin “net alan derinliği” tekniğini daha önceden Erich von Stroheim ve Jean Renoir gibi yönetmenler filmlerinde kullanmışlardır ancak yönetmen Orson Welles ve görüntü yönetmeni Gregg Toland, bu tekniği ilk kez anlamlı bir şekilde Citizen Kane’de kullanmış ve bu tekniğin temsilcileri arasında olmuşlardır. Birçok açıdan ilklerle dolu bir filmin yapılış süreci de elbette merak uyandırıcıdır.

Fincher’ın uzun zamandır çekmeyi düşündüğü ama ısrarla siyah beyaz olmasını istediği için bir türlü maddi desteği bulamadığı Mank’in senaryosu, yönetmenin babası Jack Fincher’a ait. Film çıkmadan önce yukarıda da söylediğim gibi herkes bu filmin konusunu Citizen Kane’e yönelik sansa da Fincher aslında onu sadece bir bahane olarak kullanıyor. Mank, efsane filmin senaristi Herman J. “Mank” Mankiewicz’in hayatından bir kesite odaklanıyor. Bunu yaparken de aslında Citizen Kane’in senaryosunu ortaya çıkaran motivasyonu anlatıyor. Bunu, o motivasyonu doğuran dönemin siyası havasını, Hollywood’un yüzsüzleşerek kendisini propaganda aracına çevirdiği stüdyo sistemini ve Charles Foster Kane karakteriyle bağdaştırılan zengin iş adamı ve medya patronu William Randolph Hearst’ün Mankiewicz ile olan tanışıklığını kullanarak yapıyor. Elbette kullandığı bahaneyi de basit bir şekilde kullanmıyor. Citizen Kane’e dair birçok referansı, bire bir repliklerini, karakterlerin isimlerini ve hatta Citizen Kane’in finalinde Kane’in Susan’ın odasını dağıttığı sahnenin ilhamını nereden aldığını da kurgusal bir şekilde görüyoruz. Film bize tüm bunları anlatırken aslında biraz 30’lu yılların Hollywood’una ve dönemin Amerikan siyasetine de hakim olmamızı istiyor ancak bu bilgilere haiz olmasanız dahi Mank, kendi içerisinde karakterlerini gayet güzel tanıtıyor, karakterler arası çatışmaları seyir zevki yüksek bir şekilde sunuyor ve yer yer güncel siyasi olaylarla da ilişkilendirilebilecek şekilde Mankiewicz ile bağ kurmanızı bile sağlıyor. Bu bağı kurmamız için kullandığı araçlar sadece bunlardan ibaret değil. Fincher’ın filmi ısrarla siyah-beyaz çekmek istemesi de filmin dönemindeki hisleri oluşturması açısından yerinde bir karar. Her ne kadar görüntülerin çok net ve kaliteli olması bize bu filmin 2020 yılında çekildiğini hatırlatsa da ışık seçimleri ve oyuncuların performanslarındaki kasıtlı tercihler bizi sürekli eski dönem filmlerini anımsamaya itiyor. Özellikle filmin günümüz filmlerinden ayrıştığı nokta mizansenlerin de tıpkı 30’lardaki filmlere benzer şekilde tasarlanması. Elbette kamera hareketleri de bu mizansenleri takip edecek şekilde aynı amaca hizmet ediyor. Günümüz anlatılarında görüntü yönetimi bazen senaryodaki olayı ön plana çıkaracak şekilde bazen de oyuncuların içsel dünyalarını yansıtacak şekilde gelişmiş ve yerleşmiş teknikleri ustaca kullanırken 30’lu yıllarda kamera daha çok oyuncunun sahneye girip performansını gerçekleştirip sahneden çıkmasına odaklıydı. Elbette istisnaları olmak üzere çoğunlukla kameranın böyle basit bir işlevi vardı. Mank de buna benzer şekilde karakterlere yaklaşarak günümüz dünyasından ayrılabilmemizde bize yardımcı oluyor. Ayrıca filmin plan geçişlerinde kullandığı efektler de yine konusu bakımından ait olduğu dönemi ve Citizen Kane’i bize güçlü bir şekilde hatırlatıyor. Eskiden filmlerin köşelerinde oluşan “sigara yanığı” detayını da tatlı ve ince bir şekilde burada bize birkaç kez gösteriyor David Fincher. Yyine benzer şekilde bizi filmin dönemine çekebilmek için eski tarz müzik aletleri kullanılarak filmin müzikleri üretilmiş. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde döneme dair bilgileriniz benim gibi çok kısıtlı olsa dahi filmden zevk almanız kolaylaşıyor.

Filmde seyir zevkinizi arttıracak bir diğer faktör de elbette Citizen Kane’deki ögelerle bu filmdeki detaylar arasında kuracağınız bağlar. Xanadu’daki Nuh’tan beri benzeri olmayan bir hayvan topluluğunun yer aldığı yapının inşa edildiği o alanları senaristin ilham kaynakları olarak görmek, Marion Davis karakteriyle Susan Alexander Kane karakteri arasındaki benzerlikleri fark etmek, Mayer’in Bernstein’e ilham olduğunu görmek ayrıca sizi filme karşı motive ediyor ve benzerlikleri yakalamaya çalışmak için heyecanlanıyorsunuz. Bunlara en büyük katkıları da elbette oyuncular ekliyor. Zaten Amanda Seyfried’in performansı filmin amaçladığı her şeye ekstra bir yardım götürüyor. Charles Dance’i de Hearst olarak seçmek son derece güzel bir tercih. Zaten Gary Oldman’ı bir de benim övmeme çok gerek yok sanırım.

İleride belki de hafızamızdan silip atmak isteyeceğimiz bu 2020 yılında bizi nadiren karşılayan güzelliklerden birisi oldu Mank. Kendi adıma, şu ana kadar yılın en iyi filmini izledim. Bizi bu zorlu yıla dair anımsayabileceğimiz bir film olmadan bırakmadığın için teşekkürler David Fincher. Ödül sezonu geldiğinde de mutlaka adından sıkça söz edecek gibiyiz.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir