KIŞ UYKUSU

Her yerde olduğu gibi, orada da her şey yabancı bana… Gururum elvermediği için söyleyemiyorum… Gidemedim… Ne ol dersen olurum…’

Ait olmama/olamama hissini derinden hissettiren ve filmdeki son repliklerle de bunu özetleyen bir film ‘Kış Uykusu’. Sinemada geçirdiğiniz 3 saati aşkın zamanın ardından, belki fotoğraf karesini andıran sahneler dışında, hiçbir karakterle özdeşleşememiş, hiçbirine aidiyet duyamamış hissediyor insan kendini, ama bir yandan da bir o kadar içselleştiriyor filmi. Sanki sadece görselliğin güzelliği dengeliyor aitsizliği. Bu çelişkiyi yaratabilmek muhtemelen, Altın Palmiye Ödülü’ne layık görülen Nuri Bilge Ceylan’ın ve muhteşem oyunculukların başarısı olsa gerek…

Film, kırsalın ıssızlığıyla başlayıp aynı şekilde bitiyor sanki. Ana karakter Aydın’ı (Haluk Bilginer) otele giderken görüyoruz. Elinde torbayla otele giren Aydın, başkalarını doyurmak için topladığı mantarlarla kimseyi doyuramıyor, oteldeki genç müşteri bu daveti kabul etmiyor. Film içinde, Aydın’ın kendi doyumunu sağlayan her şeyin, başkalarını doyurmaya yetmediğiyle birçok kez karşılaşıyoruz aslında. Ne sahip olduğu onca varlık, ne kitapları, ne de edindiği bilgiler, ilk başta ailesi olmak üzere (kardeşi Necla ve karısı Nihal) kimseyi tatmin edemiyor. Belki, Aydın’ın iç dünyasındaki doymamışlığı ve boşluğu düşünmeye itiyor bizi yönetmen. Birçok nesneyle doldurulmaya çalışılmış ama kapanamamış olan sonsuz, dipsiz bir boşluğu… Sosyal konular ve halkın meseleleriyle bu kadar ilgili görünen Aydın, temastan da bir o kadar uzak. İçindeki boşluk sanki hayatındaki tüm meselelere yansıyor. Entelektüel birikimini kullanarak yazılarıyla temas etmeye çalıştığı halkın gerçekliğinden bir o kadar uzak oluşu, kardeşiyle ve eşiyle olan birebir ilişkisinde de açık şekilde görülüyor. Oyuncu olmasının verdiği birikimle, yazılarıyla ve konuşmalarıyla da sahnede oynuyor gibi. İletişimden uzak, verilen rolü başarıyla sergilemeye çalışıyor, içselleştirmeden ve dokunamadan.

Babasından kalan otelde, birlikte yaşadığı karısı ve kardeşi, Aydın’ın adeta kendiliğinin parçaları gibi etrafta salınıp duruyorlar. Her biri özgürleşmek isteyip bu konuda birbirlerine ahkam keserken yapamıyorlar ve mağarayı andıran bu otelde yaşamaya devam ediyorlar. Gidebilmek sadece sözde kalıyor. Sağlıklı bir ayrılık ve zamanın devamı gerçekleşemiyor. Kış uykusundan uyanmak zor oluyor, soğuk olmasının verdiği rahatsızlık kadar, uyumanın ve hareketsizliğin verdiği rahatlık da var oluyor ortada. Aydın’ın iç dünyasının mağaralarında Nihal (Melisa Sözen) var, temas edemediği ama görünüşte var olan eşi. Tüm hakimiyetini kurduğu, parasıyla sınırlı bir özgürlük verip kontrol etmeye çalıştığı parçası. Nihal ‘seninle cebelleşeceğim derken, bütün huylarım değişti’ diyor. Adeta, tutsaklığını ve Aydın’ın bir uzantısı oluşunu kabul ediyor, sözde özgürlük savaşını verirken. Aydın, Nihal ile konuşmak isterken, Nihal yanına oturmuyor. Aynada, Aydın’ın Nihal’e bakarken tek başına kaldığını görüyoruz. Kontrol altına almak istediği kendiliğini aynada göremiyor. Belki de o ayna, kendisini hiç göstermemiştir. Başkalarının gözlerinde, hiç kendini görememiştir Aydın. Öte yandan, Necla’yı (Demet Akbağ) görüyoruz. ‘Nasırlı elleriyle sırtını uyuşturan’ Necla, sakinleştirmekten uzak, kendi ideallerine erişemediği için sürekli eleştiren annesini hatırlatıyor sanki. Arkasında durup yalnızlık hissi vermeyen ama bedelini ağır ödeten bir anne… Öte yandan, Necla’yı, ‘kötülüğe karşı koymamak’ konusunda kararlı görüyoruz. Ayrılarak, geldiği bu kardeşinin mağarasında, gidip kocasından af dilemekten bahsediyor. Bu da bir nevi büyüklenmeci bir kendiliğin göstergesi değil midir? Kötülüğün karşısında susup sonra af dilemek… Karşısındaki insanı utandırmak… Sabırlı görünüşün arkasındaki, yine temas etmekten uzak, utanan parçasını karşısındakine yansıtarak onunla böyle baş etmeye çalışmak…

Ahlak ve vicdan olgularına çok baskı yapılıyor filmde. Hatta sanki tartışmayı başlatan bile bu sözcüklerin kullanılması oluyor. Levent öğretmen (Nadir Sarıbacak), içki masasında vicdan ve ahlak kelimelerini duyar duymaz kendinden geçiyor, kiracı İsmail (Nejat İşler), Nihal’e bir ahlak dersi veriyor ve ‘kirli’ paraları yakarak Nihal’in vicdanını onarmasını engelliyor. Üst benliğin (süperego) bu kadar net ve katı yapılandığını, yukarıda bahsettiğim oteldeki diyaloglardan sonra, otelin dışında bu vicdan ve ahlak meselelerinden de rahatça görebiliyoruz. Sanki çocukluğun erken dönemlerinde verilmemiş olan sıcaklığın ve doyurulmamış olmanın eksikliği, bu katı ve cezalandıran üst benlikle giderilmeye çalışılmış. Aydın, bunu kitaplarıyla yapmaya çalışırken, İsmail yıkıcı bir şekilde hem kendini hem etrafındakileri cezalandırarak yapıyor. Aydın’ın bir parçası olarak Nihal, bu durumun üstesinden gelmek için, Hamdi (Serhat Kılıç) ve İsmail ile birebir temas etmek istediğinde, öfke ve yıkıcılıkla karşılaşıyor, korkuyor. Bir yandan da, karakter bazında Nihal’i ele alırsak, kişisel aşamadığı meselelerini, toplumsal düzende aşma isteği, özgürlüğünü böylece geri alma arzusu, suya düşüyor. Halk, vicdanını rahatlatacak ‘şükran’ ı vermiyor ona. Aydın’ın yapmacıklığından kurtulmak isterken, gerçeğin yıkıcılığı korkutuyor. Hamdi, Nihal’in istediği şükran duygusunu, tatmin etmek isterken, İsmail paraları ateşe atarak, bunu kestirip atıyor. Yani, Nihal, yapmacıklık ve sahtelikten kaçmak isterken aslında sahte davranan ve ikili oynayan din adamı Hamdi’den sadece istediğini alabiliyor. İsmail ise net ve acımasız tavrıyla, yok ediyor.

İç dünyamızdaki mağaralar ve orada sakladıklarımız, yıkıcılık, öfke ve özgürlük mücadelesi üzerine çok fazla öğe barındıran bir film ‘Kış Uykusu’. Özgürlük mücadelesinden yorgun düşen at, Aydın’ın kapattığı mağarasından, yine Aydın tarafından özgürlüğüne kavuşturuluyor. Mücadele sırasında, yorgun düşen bir diğer hayvan (köpek) ölmüş olarak gösteriliyor. Öte yandan, kendi yıkıcılığıyla yüzleşen Aydın, tavşanı vuruyor. Belki de, vurduğu tavşanı eve getirerek Aydın ilk defa kendinin bir parçasıyla yüzleşiyor. Tarihini bilmekten, 25 yıllık yaptığı mesleğe bile temas etmekten uzak olan Aydın, filmin sonunda ancak ‘Tiyatro Tarihi’ kitabına başlayabiliyor. Gerçekten nereye ait olduğunu belki de bu sayede bulabileceği bir yola çıkıyor. Yok edilen Nihal ile yok etmiş olan Aydın, mağaralarında yeniden buluşuyorlar. Gitmekten korkarak, kalmaktan rahatsız olarak ama belki de ilk defa kış uykularından uyanıp birey olmak isteyerek…

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
SİVAS
Kırsalda bir prens olma hikâyesi; ‘Sivas’ Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir