Ercan Kesal Röportajı

Kendi tabiriyle sinemaya ileri bir yaşta adım atan ancak içinde bulunduğu her işte önemli izler bırakan Ercan Kesal ile röportaj yaptık. Özellikle yazar yanını da fazlasıyla hissedip anlattıklarından büyük keyif aldık. Sinema severler olarak kendisini geç bulduğumuzu ama bundan sonra daha fazla projede görme isteğimizi altını çizerek belirttiğimiz Ercan Kesal röportajımız sizlerle..

-Sık sık senaryo aşamasını hiç sevmediğini belirten Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu’da için tüm hikayenin size ait ve hikayenin geçtiği yerin sizin eski görev yeriniz olduğunu belirtip yazınsal süreçte aslan payını size bırakmıştı. Senaryo sürecinde nasıl bir iş birliği oldu, roller nasıldı, gerekli özgürlüğünüz var mıydı?

Bu soruya doğru ve yeterli bir cevap için Bir Zamanlar Anadolu’da dan önce Üç Maymun’dan söz etmek gerekir belki de. Üç Maymun benim ilk senaryo ve ilk oyunculuk deneyimini yaşadığım filmdir. Hikayesi hazır olan bir işe üçüncü kişi olarak girmiştim orada. Bir hikayenin sinopsis, tredman aşamalarından geçerek nasıl senaryolaştığını ve nasıl sete hazır bir metin haline geldiğini, nelere dikkat etmem gerektiğini vs. hepsini Üç Maymun’da öğrendim. Sadece senaryoyu değil, yönetmenin karakterini de, çalışma üslubunu, tarzını, meselelere bakışını, nelerden hoşlanıp, nelere kayıtsız kaldığını da; hepsini bu süreçte deneyimledim. Bu yüzden Bir Zamanlar Anadolu’da’nın yazım sürecinde tabiri caizse şerbetliydim. Üç Maymun’dan sonra çekeceği yeni filmin hazırlıklarına başladığında Nuri Bilge’nin kafasında başka projeler, başka hikaye ve senaryolar da vardı. Hatta birisine karar da vermişti sanki. Ama bu mecburi hizmet hikayesi için epeyce ısrar ettim. Birkaç kez mecburi hizmet yaptığım kasabaya giderek mekan, yol ve insan fotoğraflarıyla geri döndüm. Kışkırtmaya ve ikna etmeye çalıştım doğrusu. Sonunda başladık ve yine Üç Maymun’daki gibi çalıştık. Nuri Bilge’nin moderatörlüğünde hemen her gün 5-6 saat süren ve aylarca devam eden bir yazım çalışmasıydı.

-Bir senarist olarak neden Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliğini tercih ettiniz? Yoksa bir tercihten ziyade başından sonuna hep birlikte yürüttüğünüz bir proje miydi?

Ben sinemaya Nuri Bilge ile girdim. Gözümü açtım, onu gördüm. Senaryoyu da, seti de, ilk oyunculuk deneyimini de onunla yaşadım. Zaten Üç Maymun’dan gelen bir birlikte çalışma arzum tabii ki vardı. Ama, kuşkusuz benim tercihimden daha çok onun tercihi önemliydi. Bir Zamanlar Anadolu’da filmi başından sonuna birlikte yürüttüğümüz bir projedir.

-Kitaplarınız ve senaryolarınız güçlü bir yazarın var olduğunu ortaya koyuyor ama eşit büyüklükte bir oyunculuktan da söz edilebilir. Hangisi olarak anılmak istersiniz?

Ben sinemaya yazarak girdim. Oyunculuğum seviliyorsa eğer bunda hikayeciliğimin katkısı büyük ve önemlidir. Edebiyatçı yanım olmasa bu kadar hızlı mesafe alamazdım sinemada. Nihayetinde 40’lı yaşlar gibi oldukça ileri bir yaşta sinemaya adım atmış birisiyim. Hangisiyle anılırsam anılayım; yaptığım her işte utanmadan yer almak ve iyilikle anılmak isterim. Kalıcı işler içinde olmak isterim. Özgün, cesur ve ilham verici işler. Tüm bunların içinde yer alırken fark ettiğim ve hiç vazgeçmeyeceğim  özelliğim ise samimiyet ve açıklıktır.

-Ekibimizle sizinle röportaj hazırlığı yaparken kendi aramızda ‘Ercan Kesal deyince hangi film geliyor aklımıza?’ diye birbirimize sorduk. Kesinlikle Üç Maymun diyen de oldu, Yozgat Blues’daki rolünüzü en başarılı rolünüz olarak gören de, Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtarı en tepeye yazan da. Birbirinden bu kadar farklı karakterlerin her birini seyirciye benimsetmek kolay bir iş değil. Bu kadar farklı karakterlere başarılı bir şekilde hayat vermenizin altında her bir karakterin gerçek hayattaki izdüşümlerini özellikle hekimlik mesleğiniz gereği tanımış olmanız mı yatıyor, yoksa rolü aldıktan sonra çekim sürecine kadarki çalışmalarınız mı?

Yazar, oyuncu ya da hekim olarak yazdığım, oynadığım ve yaptığım her şey bir bütünün parçasıdır. Hastamın anlattığı bir olay bazen bir hikayemde yeniden ortaya çıkar, ya da bir filmin senaryosuna dönüşen satırlarım, bir başka filmdeki oyunculuğuma ışık tutar. Birini ötekinden nasıl ayırabilirim ki? Hepsi bir araya gelerek ‘ben’i oluşturuyorlar çünkü!

Oyunculuk eğitimi olmayan birisi olduğumu biliyorsunuz. Tiyatro için dezavantaj gibi gözüken bu durum benim için sinemada avantaja dönüştü. Sinemanın rol yapan, ‘mış’ gibi davranan, karakterin içine giren oyunculara ve oyunculuğa ihtiyacı yok bence.

Benim için sinemada oyunculuk, Japon Kabuki tiyatrosundaki oyuncunun kendini dışardan seyretmesine benzer bir biçimde yapılabilecek bir iştir. Bu yüzden, hiçbir zaman uslu bir söz taşıyıcısı olmadım. Doğaçlamadan hiç vazgeçmedim. Senaryoda yazılmayanı da oynamaya çalıştım. Senaryonun ruhunu kaybetmeden ve ona halel getirmeden yan yollara saptım, başka şeyler aradım. Canlandırdığım karakterin mizacıyla kendi içimdeki sanatsal mizacı örtüştürmeye çalıştım.  Karakterin içine girmek yerine onu içime almaya çalıştım.

-Nazan Kesal’la imrenilesi bir birlikteliğiniz var diye hissediyoruz dışardan. Özellikle daha önceki söyleşilerinizde birbirinize olan aşkınız her kelimede somutlaşarak gözle görülür hale geliyor neredeyse. Birlikte bir işi baştan sona yürütmek gibi bir projeniz var mı? Senaryosundan oyunculuğuna, yönetmenliğinden prodüksiyonuna kadar?

Nazo şefkatli ve sakin bir eş, iyi bir anne ve güçlü bir oyuncudur. Yazdığım yazıyı ona okumak ve eleştirilerini dinlemek, ona gelen bir senaryo üzerine düşüncelerimi söylemek, seyrettiğimiz bir filmin oyunculuklarını birlikte tartışmak… Hepsi de verimli ve katkı sağlayıcı işler… En önemlisi, evimiz ve oğlumuz üzerine kurduğumuz hayaller ve başımıza gelen güzel şeylerin tadını çıkarmak. Bunlar dışında Nazo’yla baştan sona birlikte yaptığımız sinema işleri de oldu. Senaryosunu benim yazdığım ve oyuncularından biri olduğum bir kısa film çekti. Yakında benim çekeceğim filmde de oynayacak.

-Ülke sinemasıyla ilgili çözümlenemeyen ve hatta sınıflandıramadığımız sorunlar var. Siz ülke sinemasının geleceği için ne düşünüyorsunuz?

Ülke olarak başımıza gelen ve hayatın her alanında yaşadığımız şeylerden ayrı düşünemiyorum sinemayı. Edebiyattan, estetik erozyondan, popüler kültürün hayatın her alanını gasp etmesinden, tepemizde her daim sallanan sansür kılıcından; tüm bunlardan etkilenmemesi mümkün mü? Ama zaten metaforlar ne için vardır? Sinema da metaforlarla yapılan bir sanattır. Kötü zamanlarda, yaşanan döneme inat sanatın gücünün ve niteliğinin artması gibi de tuhaf bir gerçek vardır. Bu yüzden umutlu ve sabırlıyım.

-Kendi sinemamızı en çok kendimiz yeriyoruz. Eleştirmek, özellikle günümüz teknolojik imkanlarında dünyaya istediğimiz an erişmenin normalleştiği bir çağda, çok daha kolaylaştı. Ancak erişim kolaylaştıkça memnuniyetsiz insanların sayısı da arttı. Buna bağlı olarak da ‘eleştirmenin kalitesi’ de tartışılır hale geldi. Gerçekten ülke sinemamız kötü eleştirilerin hepsini hak edecek kadar kalitesiz mi, yoksa eleştirilir konumdakilerle birlikte eleştiren konumdakilerin de kendilerini gözden geçirmeleri gerekir mi?

Eleştiri kurumu en az yaratıcılık kadar önemli ve vazgeçilemez bir kurumdur. Ama eleştiri kişinin aklına ve ağzına geleni söyleyebilmesi değildir kuşkusuz. Bu mecrada yaşanan kötü örnekleri ülkece üzerinde yer aldığımız sosyo-kültürel besiyerinin bozulmasına bağlıyorum. İnsan yaşadığı yere benziyor bir süre sonra. Mimarisi TOKİ olan, edebiyatın supermarket kasalarının yanındaki sepete yığılmış kitap satış sayısı üzerinden konuşulduğu, televizyonların evlilik programı ve akıl dışı tartışma programlarına esir düştüğü bir ülkeden söz ediyoruz. Eleştiri kurumu da bundan nasipleniyor bence. Hepimizin, her alanda yeniden ve sabırla bu ülkenin duende’sini inşa etmemiz gerekiyor.

Ne yaparsak yapalım; ister film çekelim, ister edebiyatla uğraşalım, ister resim, müzik ya da eleştiri.

Bu toprakların gömülü ruhunu çıkartmaktan başka yolumuz yok. Kendi duendemizi bulmalıyız. Ölüme itiraz eden, samimi ve cesur bir dille, köklerimizde saklı duran güçlü bir sesle.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir