İbrahim’in İki Farklı Yorumu: “Korku ve Titreme” ve “Offret”

Ben hayatım boyunca hep bir şeyler bekleyip durdum. Bütün Hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. Bütün bu zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti…” Andrei Tarkovsky/Offret

Bazı yönetmenlerin benim kişiliğimin oluşmasına doğrudan katkısı vardır. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ta dediği “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” cümlesini ben kendi içimde değiştirerek sık sık kullanırım ve şöyle derim; “bir gün bir film izledim ve bütün hayatım değişti”. Gerçekten de öyledir, hiç beklenmedik zamanda bir film, bir kitap veya bir şarkı bizim hayatımızın değişmesine yol açabilir. Tarkovsky’nin de benim bünyemde böyle bir etkisi vardır. Küçük yaşlarda (yani lise zamanlarımda) izlemeye başladığım fakat anlamakta zorlandığım bir üslubu vardı. Sonra dedim ki ben Tarkovsky izlemeyi ertelemeliyim. Biraz daha yaşım büyüyünce (yani bu da üniversite yıllarım oluyor) Tarkovsky’e dönüş yaptım ve sinemasının büyülü dünyasının etkisinden çıkamadım. Özellikle The Mirror benim düşünme tarzımı, hayata bakış açımı değiştiren filmlerden biri olmuştur. Gerçekten Tarkovsky’nin insan bünyesinde böyle bir etkisi var, sizi bulunduğunuz dünyadan kopartıp, farklı bir evrene yolculuk ettirir ve geri döndüğünüzde artık o eski bildiğiniz kişi değilsinizdir. Bende böyle büyük bir etkiye neden olan yönetmenler hakkında yazmakta hep zorlanmışımdır, bu yazıyı yazmadan önce cesaretimi biraz toparlamam gerekti ve o cesareti toplar toplamaz da kendimi bilgisayar karşısında buldum. Peki neydi beni bu yazıya iten şey?

Son günlerde, varoluşçuluğun temelini hazırlayan1 Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” adlı kitabını okudum. Kitabında filozof, İbrahim Peygamberin oğlunu Tanrı’ya kurban etmek istemesini farklı açılardan ele alır ve insanın kendinden daha üstün bir güç tarafından talep edilenler karşısında yapılan şeylerin etik anlayışa uyup uymadığını irdeler. Bunun doğal sonucunda da Kierkegaard, bazı dini görevlerin etik ile çatışabileceğini o zaman da günah ve yasak olan eylemleri yapmakta bir sakınca olmayacağına varır. Aslında Kierkegaard, oldukça eski bir zamanda yazmış olsa da düşünceleri hala güncelliğini korumaktadır. Şöyle ki İbrahim peygamberin oğlunu öldürmeye girişmesi normal şartlarda canice bir eylem olsa da Tanrı buyruğu olduğu için biz insanlar onu gerçek bir dindar olarak kabul ederiz. Peki günümüzde normal bir vatandaş oğlunu Allah için öldürmeye kalksa bu durumu canice olarak mı değerlendiririz yoksa o vatandaşı bir dindar olarak mı kabul ederiz? Peki etiği askıya alırsak dini gerekçeli terör örgütlerinin eylemlerini de haklı olarak gösterilebilir miyiz? Kierkegaard, her ne kadar İbrahim Peygamberin iyi bir dindar olmasına hayran olsa da onu üç başlık altında sorgular. “Etik Erekbilimsel askıya alınabilir mi, Tanrıya Karşı Mutlak Bir Görev Var Mıdır ve İbrahim’in girişimini Sara’dan, Eliezer’den ve İshak’tan saklamış olması etik açısından mazur görülebilir mi?”. Bu başlıklar altında Kierkegaard, etiğin din ile çatıştığı sonucuna varır.

İbrahim Peygamber ve Alexander birbirine ne kadar benziyor?

Offret (1986)

Tarkovsky’nin son filmi Offret, yine benzer bir konuyu önümüze getirir. Fakat Tarkovsky’nin bakış açısı Kierkegaard’tan oldukça farklıdır. Peki nedir bu fark? Film bir baba-oğul birlikteliği ile başlar. Alexander yeşillik bir alanda oğluyla yürüyüşe çıkar ve ona hayata dair, ölüme dair birtakım sözler söylemektedir. Alexander, bu sözlere kendini o kadar kaptırır ki bir an oğlunun nereye gittiğini göremez ve ardından oğlu şaka amaçlı Alexander’ın üstüne atlar ve Alexander refleks olarak çocuğuna vurarak burnunu kanatır. Yoksa Tarkovsky bize baba-oğul çatışması mı izletecektir? İlerleyen süreçte mekan değişir ve bir grup insanın evde sanata dair sohbetlerine tanık oluruz. Alexander’ın doğum günü için toplandığını anladığımız bu insanlar, sanat sevgisiyle dolup taşmış, maneviyattan çok maddeye önem veren materyalist kişiler olarak göze çarpar. İlerleyen dakikalarda televizyondan kötü bir haber gelir, Rusya nükleer bir savaşa girmiştir ve tüm insanlığın kaçınılmaz sonu yaklaşmıştır. Tam bu esnada evin üstünden rahatsız edici bir sesle uçak geçer ve filmin tonunun karardığını görürüz. Bu uçak adeta Alexander’ın içsel yolculuğunun başlangıcını temsil eden bir metafor gibidir . Ardından herkesin acı çektiğini görürüz, ağlaşmalar, isyanlar, terk edip gitmeye karar verenler. Aralarından sadece bir kişi Allah’a sığınmayı tercih eder; Alexander. Bu kıyamet günlerinden kurtulmak için Allah’a dua eder, ailesini feda edeceğini, dilsiz olacağını, onu hayata bağlayan her şeyden vazgeçeceğini hatta Küçük Adam’ı2 kurban edeceğini söyler. Tıpkı İbrahim peygamber gibi. Fakat bu duadan sonra Alexander’ın vicdan azabı çektiğini görürüz, uykuya daldığında sürekli olarak kasvetli bir havada oğlunu aramaya koyulur. Buna dayanamayan Alexander bisikletine atlar ve ailesini terk eder. Bu azaptan kurtulmak için kendisini Marie’nin (Meryem) kollarına atar ve kendisini arındırmasını ister. Bu sırada sevişmeye başlar ve sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden birine şahit oluruz; Marie ve Alexander sevişmeye başladıkları zaman kamera uzaklaşır, onları havada uçarken görürüz. Marie ile yaşadığı tecrübeden sonra adeta yeniden doğmuş gibidir. Filmin jeneriğinde uzun bir süre gösterilen tablonun da anlamını bu sayede kavrarız. Alexander, yeniden doğmuştur ve bu yeniden doğuş İsa ile ilişkilendirilmiştir.

Adoration of the Magi, Leonardo da Vinci (1452 – 1519)

Bu süreçten sonra o rahatsız edici sese sahip olan uçak tekrardan geçer ve filmin tonu normale döner. Böylece Alexander’ın yolculuğu tamamlanmış gibidir. Geri döndüğünde evini ateşe verir ve anlamsızca sağa sola doğru koşmaya başlar. En sonunda ambulansın arkasına yerleştirilir ve muhtemelen hastaneye götürüldüğüne tanık oluruz. Son sahnede ise Küçük Adam’ın kurak bir ağaca su verdiğini görürüz. Adeta yeni bir umudun, yeni bir hayatın, yeni bir inanışın başlangıcı gibidir.

Alexander görüldüğü üzere İbrahim Peygamber gibi oğlunu feda etmemiştir. O kurtuluş için feda edilecek olanın kendisi olduğunu kavramış ve kendisini onu hayata bağlayan şeylerle birlikte kurban etmiştir. İşte Tarkovsky’nin, Kierkegaard’tan farkı burada saklıdır. O kurtuluş reçetesi olarak inanca sarılmıştır. Kierkegaard, din ile etiğin çatıştığı noktaları İbrahim Peygamber üzerinden anlatırken Tarkovsky, İbrahim Peygamberin hayatını adeta yeniden yorumlayarak onu etik ile çatışmayan bir noktaya taşımıştır. Kendisine Offret’in Bergman etkisinde çekilmiş olabileceği sorusu sorulduğunda şu cevabı vermiştir; “Saptamanıza hiç katılmıyorum. Bergman Tanrı’dan bahsettiğinde, onun sustuğunu, orada olmadığını söyler. Dolayısıyla, benimle onun arasında bir benzerlik bulunamaz. Bunlar yüzeysel eleştiriler, başrol oyuncusu Bergman’ın filmlerinde de oynamış diye ya da filmimde İsveç’ten manzaralar var diye bunları söylediklerinde, Bergman’dan bir şey anlamadıklarını da gösteriyorlar. Varoluşçuluğun ne olduğunu da öğrenmeleri gerekiyor, çünkü Bergman din meselesinden çok Kierkegaard’a yakındır.”3 Böylece Tarkovsky varoluşcu anlayıştan uzak tutuyor kendini. Her ne kadar filmde hayatı irdeleyen diyaloglara genişçe yer verse de Tarkovsky, varoluşçuluğun saçmasında boğulmuyor adeta inancın insanı kurtarabilecek tek şey olduğuna inanıyor.4 Yani sanılanın aksine Tarkovsky, Kierkegaard ile kendi hayat kavrayışının arasında ince bir çizgi olduğunu vurguluyor. Bize de bu özel filmleri yorumlamak kalıyor. Teşekkürler Tarkovsky, bize böyle özel filmler bıraktığın için…

1 Selahattin Hilav, Kierkegaard hakkında şunları söylüyor: “Hegel felsefesinin her şeyi kapsayan tüketici açıklamalarına ve bireyin özgürlüğüne yer vermemesine karşı çıkarak, Hz. İsa’yı ve Sokrates’i usta olarak benimsedi. Kierkegaard, doğruluğun öznellikle bulunduğunu düşünüyordu. Sorunları dinsel bir çerçeve içinde alan bu filozofa göre, Kilise’nin dogmalarına karşı çıkmak, kalıplardan kurtulmak, ermiş ve din kurbanı olmak, bu deneyi sonuna kadar yaşamak gerekiyordu. Yalnızca soyut düşünceye dayanan felsefe yöntemleri yetersizdi; insanın dünyadaki durumunu ortaya koymak ve açıklamak gerekiyordu. İnsanoğlu’nun aldığı tatları biricik gerçek gibi gördüğü ‘estetik’ aşamayı, sadece ödevlerini göz önünde tutup, sonsuzluk özlemini ve yönelişini unuttuğu ‘etik’ aşamayı ve zaman içinde, sonsuzluğun gerçekleştirilmesi demek olan gerçek dinsel aşamayı birbirinden ayıran Kierkegaard, bu sonuncusunu asıl Hristiyanca yaşam olarak gördü, insan yaşamının, ciddiyetten ve kalıpçılıktan uzaklaşarak trajik yaşantıda haslığa kavuşacağını savundu. Böylece, varoluşçuluğun temel düşüncesinin ortaya çıktığı görülmektedir.” Felsefe El Kitabı, sayfa 177

2 Küçük Adam diye bahsedilen kişi oğludur. Filmde ismi geçmez, Küçük Adam diye hitap edilir.

3 Şiirsel Sinema, Derleyen: John Gianvito, sayfa, 225

4İnsanın gerçekten sahip olduğu tek şey, inançtır. Voltaire, ‘Tanrı var olmasaydı, onu uydurmak gerekirdi.’ derken, inanmadığı için böyle diyor değildi, güçlü bir inancı vardı. Hayır, sebep inanmaması değildi. Materyalistler ve pozitivistler Voltaire’nin sözlerini alıp ona kötü bir anlam yüklediler. İnanç insanı kurtarabilecek tek şeydir, benim derin inancım bu. Aksi takdirde insan ne yapabilir? Tartışılmaz biçimde insana ait olan tek şey. Başka hiçbir şeyin gerçekliği yok.” Şiirsel Sinema, sayfa, 232-233

Diğer Yazılar: Enver Murat İnal
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir