Biyografik filmler izleyiciyi zaman zaman yanılgıya düşürebilir. Etkileyici bir hayat hikayesini perdede izlediğimizde filmden ziyade karaktere odaklandığımızı fark etmeyebiliriz. İşin sonunda da hikayesi anlatılan karakterin hayatı filmin önüne geçip sinemadan uzaklaşabiliriz. Hele sinemaya uyarlanan Stephen Hawking’in hayatı ise izlediğimizin sinema mı belgesel mi olduğu ayrımına varamadan bu dahi adamın yaşadıklarına odaklanmamız şaşırtıcı olmaz. Ancak Her Şeyin Teorisi filmi, karakteri ön plana çıkartırken sinemanın gerçeklerini göz ardı etmeden izleyenlere belgesel izlemediklerini fark ettiriyor. Üstelik tüm hayatı bilim olan bir adamın hayat hikayesinin belgesele yaklaşması çok daha kolayken bakış açısı değiştirilip eşinin anıları odak alınıyor. Elbette bu nedenle Her Şeyin Teorisi filminde Stephen Hawking’in hastalığı, çektiği acılar, aşkı ve çocukları bilimden daha fazla yer kaplıyor. Tüm hayatını teorilerine adayan bu adamın hayat hikayesinde bilimin bu kadar az yer alması filmin olumsuzluğu olsa da bu filmin aslında Jane Hawking’in hikayesi olduğu unutulmamalı.
Stephen Hawking’in hayatı oldukça ilgi çekici. Yaşayan en iyi fizikçilerden olan Hawking, ALS hastalığı nedeniyle tüm hareket kabiliyetini kaybetmesine rağmen düşünmekten, merak ettiği soruları sormaktan, evrenin “sınırlarını” araştırmaktan vazgeçmiyor. Hastalığı ortaya çıktıktan sonra doktorların 2 yıl daha yaşayacağını ön gördükleri Hawking, üzerinden neredeyse yarım asır geçmesine rağmen hala yaşamaya devam ediyor.
Her Şeyin Teorisi, Stephen’in Jane ile tanıştığı yıllarda başlıyor. Hastalığın ilk belirtileri gösterdiği bu yıllarda, hareket kabiliyetini henüz kaybetmemiş olan Stephen’in aşık oluşuna ve fizik alanında kendisini kanıtlamasına tanıklık ediyoruz. Önce yürümekte zorlanan, yavaş yavaş tekerlekli sandalyeye mahkum kalan sonunda da konuşma kabiliyetini de yitirip bir bilgisayar yardımıyla iletişime geçen Stephen aşık olduğu kadına, Jane’e bağımlı bir hayat yaşamak zorunda kalıyor. Her ne kadar birbirlerini çok sevseler de aşkları için zor ve yıpratıcı zamanlar yaşıyorlar.
Stephen Hawking rolünde izlediğimiz Eddie Redmayne, her hareketi, hareketsizliği ve bakışlarıyla Hawking’in bedenini gençleştirip karşımıza çıkarmış sanki. Redmayne fiziksel olarak Hawking’e benzemekle kalmamış, ALS hastalığını da iyi analiz etmiş. Özellikle, Hawking’in neredeyse tamamen hareketsiz kaldığı yıllarda yüz ifadeleriyle anlatmak istediği her şeyi anlatabilmiş. Eddie Redmayne uzun yıllar hatırlanacak bu performansıyla uzun uzun alkışlanmayı hak ediyor. Eddie’nin çıtayı yükseltmesiyle Jane Hawking rolünde izlediğimiz Felicity Jones arka planda kalmış gibi görünebilir. Ancak Jane Hawking’in gençlik yıllarından itibaren her dönemini, Jane’in psikolojisiyle birlikte yansıtabilmiş. Jane’in aşkı için göze aldıklarını, kararsızlıklarını, karamsarlığa düştüğü anları, başından gerçekten bunlar geçmiş, 3 çocuk annesi bir kadın gibi aktarabilmiş.
Birçok Amerikan yapımı filmin düştüğü basit hatalara düşmeyen, kıyafetleri ve mekanlarıyla tam bir İngiliz yapımı Her Şeyin Teorisi. Kraliyet sarayında son bulan film İngiltere’nin en önemli simgelerinden Kraliçe’yi de kullanarak (ekranda görmesek de) menşeini seyirciye hatırlatıyor. Özellikle Jane’in, Stephen’in yazdıklarını seslendiren bilgisayarın Amerikan şivesiyle konuşmasına bozulduğu sahne çok kısa bir an olsa da biz Amerikalı değiliz ve onlardan daha iyiyiz mesajı veriyor.
Bilime ve biyografilere ön yargılı olmadan genç bir adamın umut ederek başardıklarını görebileceğiniz Her Şeyin Teorisi, yaşarken efsane haline gelen Stephen Hawking’i ölümsüzleştirecek bir yapım.