MODERN HAPİSHANE İÇİNDE BİR KADIN
60’lar ve 70’lerde Bağımsız Amerikan Sineması’na damgasını vuran, daima aykırı düşüncelere sahip ve ‘Modern Amerikan Hayat Tarzı’na daima sert eleştiriler getiren sinemasının yanı sıra bilinçaltındaki aykırılığı ve susmayan politikliğiyle John Cassavetes hiç kuşkusuz ki çok özel bir yönetmen. Filmleri dışında düşünecek olursak sinemasının en aktif yıllarında mevcut sistemle alakalı görüşlerini paylaştığı röportajları ve söyleşilerindeki kitle iletişim araçlarının yaratmakta olduğu tepkisiz, bireyci, bencil robot insanlardan tutun, dönemin Amerikan siyasetine dair ettiği laflar da göz önüne alındığında sadece bir yönetmen olmasına karşın kendisi bu protest tavrıyla kimi sinema otoriteleri ve özel hayranları tarafından bir sinemacıdan, yönetmenden fazlası olarak görülmektedir.
Cassavetes kariyeri boyunca türlü zorluklar altında çektiği, az izlenen ama daima çok şey söyleyen güçlü, politik, psikolojik filmleriyle aslında günümüzde ayyuka çıkan neredeyse tüm sorunlara ta o yıllarda sinemasıyla, söylemleriyle parmak basmış, bizleri önceden uyarmıştır.
Bu yazımda ise sizlere yukarıda belirttiğimiz özelliklerine en çok uyan filmi, gerçek bir 70’ler Amerikan hazinesi diyebileceğimiz A Woman Under The Influence (Etki Altındaki Bir Kadın)’dan bahsedecek ve onun analizini yapacağım. Şimdiden iyi okumalar diliyorum.
KONUSU
Eşi ve çocuklarına adeta aşık diyebileceğimiz orta sınıfa mensup Mabel, topluluk içinde bulunduğunda ani buhranlar ve krizler yaşamakta ve çevresinin tepkisini çekmektedir. Eşi Nick ve çocuklarıyla olan ilişkisi de sürekli sekteye uğramaktadır. Acaba bunların sebebi Mabel’in ‘normal’in dışında olması mıdır yoksa sistemin kendisi mi?
MABEL’İN DÜNYASI
A Woman Under the Influence her şeyden önce modern bir başyapıt. Tek karakter filmleri içerisinde zirveyi oynayabilecek bir film. Film tamamen Mabel üzerine bir film. Peter Falk’un canlandırdığı Nick her ne kadar eş başrol oyuncu olarak gözükse de biz tamamıyla Mabel’in benliğinin sistem aracılığıyla etrafındaki kalabalık güruh tarafından alaşağı edilmesine şahitlik ederiz. Cassavetes Mabel’i bize tüm yönleriyle tanıtırken Michel Foucault’un Hapishane Doktrini’nden de faydalanarak tam olarak yapmak istediğini kusursuzca icra etmeyi başarıyor. Bunu yaparken de elbette diğer tüm filmlerinde de birlikte çalıştıkları görüntü yönetmenleri Mitch Breit & Al Ruban ikilisinden yardım alıyor.
Senaryo da tamamen Cassavetes’e ait. Bu kadar kesin bir filmi yazarken aslında izleyiciyi de bir fanusta, kabın içinde, hapishanede hissettirebilmeyi başarmasında birebir kendisinin başarısı yatıyor. Gena Rowlands’in sinema tarihinde çok görülmemiş, aykırı, sıradışı performansının yanında elbette Peter Falk da harikalar yaratıyor. Falk’u tüm dünyada, ailelere tanıtan, onu adeta tatlı bir dedektif olarak görmemizi sağlayan Columbo dizisi devam ederken böyle farklı bir rolde karşımıza çıkması da kendisinin çok yönlü oyunculuğunun göstergesi elbette.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Film içinde bolca toplu yemek, buluşma sekansları mevcut. Öncelikle yönetmenin bu seçiminin filme muazzam hizmet ettiğini belirtmek gerek. Baş karakterimiz Mabel, adeta eşi ve çocukları için yaşayan, kendi deyimiyle “onlarla varolan”, bir birey diyebiliriz. Filmin başından itibaren Mabel’in herhangi bir topluluğun içindeyken, kalabalıktayken sergilediği davranışlarıyla onun dönemin ve günümüzün modern kapitalist toplumuyla en ufak bir uyum sağlayamadığını, manik, kestirilemez sinir krizleri ve kahkahalarının altından kalkamadığı müthiş yabancılaşmanın ve kendisini bireysel olarak tanımlayamamış olmasının neticesinde oluştuğunu görüyoruz.
Film boyunca eşi Nick ve çocukları ile evde gayet sakin ve mutluyken kendi anne babası dahil herhangi bir ‘yabancı’ eve adım attığında 180 derece değişmesi Mabel’in aile dışına çıkıldığında yaşadığı ruhsal, duygusal patlamaların temelini oluşturuyor. Özellikle filmin başındaki oldukça uzun ev içi yemek sekansı, çocuklarını okula götürmeye karar verdiğinde şehrin sokaklarında yaptığı ‘normal’ olmayan, toplumsal normlara tamamen aykırı davranışları sonunda kendisinin bir akıl hastanesine, yani Foucault gözüyle bakarsak uyum sağlayamayanların gitmesi gereken, gitmesi mecbur olan yere gönderilmesi de elbette kaçınılmaz oluyor. Eşi Nick’in ve anne babasının burada devletin veyahut iktidarın yerine geçtiğini söyleyebiliriz çünkü bu vb kararları onlar veriyorlar.
Çocuklar ise tamamen saf iyiliği temsil ediyorlar ve annelerinin düştüğü durumların neredeyse hepsine şahitlik ediyorlar ama sadece ona sarılıyor ve ona sevgilerini göstermekten başka hiçbir şey yapmıyorlar.
Finale doğru geldiğimizde ise Mabel akıl hastanesinden çıkıp 6 ay sonra evine geri dönüyor. Yine filmin başında olduğu gibi evde onu korkutacak derecede bir topluluk onu dört gözle bekliyor. Burada elbette modern kapitalist toplumun kendilerinden farklı olanın kendi hastanelerinden çıkmış yeni prototibini görme merakından bahsedebiliriz. Mabel döndüğünde kendi olarak dönmüyor tabi ki, kodlanmış, hazırlanmış, inşa edilmiş bir ‘insan’ olarak dönüyor. Nick aslında sonlarda bunun farkına varmış olsa da, Mabel’e “kendin olabilirsin, her şey senin elinde” dese de filmin sonunda evin odalarının ışıklarının birer birer kapanması, ‘mutlu ailemiz’in odalarına çekilmeleri Mabel’in hayat boyu aile evi hapishanesine mahkum olduğunu bizim yüzümüze çarpıyor.
Bu filmi bitirdikten sonra resmen salonun balkonunun camını açıp bir soluklanma ihtiyacı hissetmiştim. Atmosfer kullanımı ve sinema dili konusunda ‘şiddet’, cinayet içermemesine rağmen bu kadar yutkunamadığım ve nefes alamadığım bir film çok uzun zamandır olmamıştı. Bu yönüyle A Woman Under the Influence zamansız ve gerçek bir başyapıt.
Ayrıca bir şeyi daha belirtmem gerekiyor ki bu analiz yazısının yukarıdaki şekilde yazılmasına bilmeden de olsa ön ayak olan, aydınlatıcı fikirleriyle beni aydınlatan kendilerini sinemaya adamış Sezen Sayınalp & Ceren Boz ikilisine de teşekkürlerimi iletiyorum.