ELVIS

O BİR AMERİKAN RÜYASI: ELVIS

“Rock’n Roll’un Kralı” ya da sadece “Kral” dediğimizde hepimizin aklına gelen isim o; Elvis Presley.

8 Ocak 1935’te tarlalarda çalışan ve zaman zaman kamyon şoförlüğü yapan Vernon Presley ile terzi olan Gladys Love Smith ‘in ikiz çocuklarından birisi olarak Mississipi’de dünyaya gelen Elvis Aaron Presley’in 1954’te başlayan ve 1977’de son bulan müzik kariyerinin hikâyesine Baz Luhrmann’ın rejisiyle çekilen “Elvis” filmiyle dahil oluyoruz.

Başrollerini Austin Butler (Elvis), Tom Hanks (Albay Tom Parker), Olivia DeJonge (Priscilla), Helen Thomson (Gladys), ve Richard Roxburg (Vernon)’un yer aldığı bu dramatik müzikalin senaryosu Baz Luhrmann, Sam Bromell, Craig Pearce ve Jeremy Doner’e ait.  

“Romeo+Juliet”, “Moulin Rouge”, “Australia” filmleriyle bildiğimiz Baz Luhrmann, son filmi olan “The Great Gatsby”den tam 9 yıl sonra çektiği yine pek şaşaalı bir atmosfer kurmayı başardığı filmiyle karşımızda.

Luhrmann seyirciyi, Elvis Presley’in müzisyen olarak doğuşuyla başlattığı yolculuğuna dahil ederken Amerika’nın popüler kültürünü, politik dönemini, Amerikan ırkçılığını, siyahilere yapılan ayrımcılığı ve sansürü de hikâyenin temel dinamiği olarak ele alıyor. Bununla birlikte 50’lerden 70’lere uzanan sosyo-ekonomik  sorunları da pas geçmiyor.

***                                                       

KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜNDEN ROCK’N ROLL KRALLIĞINA

İkizi ölü doğunca tek çocuk olarak büyütülen Elvis, ailesinin sevgi çemberinde ve üzerine titrenilerek yetiştirilen bir çocuktur. Annesiyle arasında -hemen her erkek çocukla anne arasında görülen-  kurduğu güçlü bağ onu tam bir ana kuzusu yapıyor. Annesi, Elvis’in ölen ikiz kardeşinin gücünü de taşıdığını düşünmüş hep. Elvis, Memphis’de siyahi komşularıyla aynı kaderi paylaştığı bir yoksulluğun içinde büyür, kilise korosunda şarkı söyler. Ona ilk ve en büyük desteği plak yapımcısı Sam Phillips verir, grubuyla birlikte country ve blues tarzında hareketli şarkılar söylerler. İsmi dilden dile dolaşmaya başlayınca Albay Tom Parker’ın (Tom Hanks) dikkatinden kaçmaz ve Parker, 1955’ten itibaren Elvis’in menajeri olur.

Film, Elvis ile menajeri Albay Tom Parker arasında kariyeri boyunca yaşadıkları inişli-çıkışlı olayları merkezine alarak ilerlemiş. Tom Parker’la başlayan açılış sahnesinde kendisinin ağzından  “Elvis’i kim öldürdü? Kimileri hastalığının ölümüne sebep olduğunu söylerken kimileri de benim sebep olduğumu söyler. Hayır, ben Elvis’i öldürmedim, ben Elvis’i yarattım.” minvalinde cümleler duyarız. Finalini de yine kendisi yapar ve ölümüne sebep olan şeyin sevgi olduğunu söyler, yerine hiçbir şeyi koyamadığı milyonlarca hayranının sevgisidir bahsettiği.  Zaten filmi de Tom Parker’ın gözünden vermeyi tercih etmiş yönetmen Baz Luhrmann.

 

Luhrmann’ın anlatısında tercih ettiği diğer bir detaysa Elvis’i ele alış şekli. Daha çok “melek” yönü ön plana çıkarılan şarkıcının, bir süper starın, dünyaca ikonik bir figür haline gelen ve sayısız hayran edinen bir sanatçının kompleksleri, kaprisleri, kusurları, aksi/lanet yönlerini, kariyerinde düşüşe geçtiği dönemlerde sığındığı  uyuşturucu madde ve ilaçları, kadın düşkünlüğü, annesinin ölümü sonrası girdiği depresyon, orkestradaki arkadaşlarıyla neler yaşamış olduğu gibi detaylardan ya pek bahsetmemiş ya da bunları üstünkörü yansıtmış. Filmin 2 saat 39 dakika gibi uzun süresi içinde Elvis’in insani yönlerini ve gerek eşi gerek arkadaşları ile olan ilişkileri içindeki rolünü daha çok görebilirdik belki. Ancak bu da elbette yönetmenin kendi tasarrufunda olan bir tercih.

Sanat yönetimi, saç-makyaj-kostümdeki stilleri, mekânları, görsel yönetimi, hareketli kurgusu, ses tasarımı ile teknik anlamda iyi bir işe imza atmış Luhrmann. Pek çok Hollywood  projesi gibi bu da gayet iyi kotarılmış büyük bir prodüksiyon ve tekrar ve tekrar “Biz bu işte ustayız” demelerini haklı kılan bir zanaat örneği sergilemişler..

Seyirciyi coşturan ve Elvis’in dünyasına, duygu-durumuna sokan çok etkileyici sahneleri var filmin. İlk sahne aldığı ve erkeklerin cinsiyetçi söylemleriyle alaya alırken kadınların sevinç nidalarıyla karşıladığı dansını yaptığı sahne bunların ilki. Hatta yaptığı kalça dansı ona “Elvis the Pelvis” (Kalça Elvis) lakabının takılmasına neden olur. Kilisede herkesle beraber adeta transa geçermişçesine yaptıkları konser sahnesi, stadyumdaki  konser sahnesi müthiştir. Müstehcen bulunan ve yapmaması konusunda uyarılan dansını, uymazsa cezalandırılacağını da bilmesine rağmen yapar ve seyircisini öyle bir coşturur ki o coşkuya katılmamak için bizler bile koltuklarımızdan kalkmamak için zor tuttuk kendimizi. Sinema salonundaki seyircinin de çok keyif aldığı aşikârdı.

Elvis’in müziği, dansları siyahilerin tercihi olarak görülüp, ayrımcılık yasasına aykırı davrandığı için dönemin siyasi iktidarınca, senatörlerce kınanır, ayıplanır. TV şovlarına çıkabilmesi, konserlerine devam edebilmesi için daha ”üsturuplu bir Elvis” portresi istenir kendisinden; giydiği kostümleri değişir, sahnede alameti farikası olan dansını yapmaması söylenir. Ancak bu, Elvis değildir. Elvis mutsuzdur, hayranları da bu yeni Elvis’i hiç sevmemiş eski Elvis’i istemektedir.

Tüm bunlar olurken ceza olarak gönderildiği Almanya’da askerlik yaptığı dönemde tanışıp evlendiği Priscilla, 1 yıl sonra doğan kızı Lisa Marie, arkadaşları B.B.King, Little Richard, Big Mama Thornton, suikaste kurban giden Martin Luther King, Bobby Kennedy, Sharon Tate gibi isimler de hikâyeye dahil olurlar.

 

Tom Hanks

Filmin castı genel itibarıyla çok doğru kurulmuşken Tom Hanks seçimi için aynı şeyi maalesef söyleyemeyeceğim. “Overacting” denilen büyük, abartılı bir oyunculuk performansı sergiliyor Hanks. Herkes o kadar doğal ve sahici ki, onun yer aldığı her sahnede ”Bakın ben buradayım, ben Tom Hanks’im” diyen hali rahatsız ediyor. Bunun dışında kendisine karakteri gereği yapılan plastik makyaj da iticilik katan bir unsur olmuş; buna gerek var mıydı, tartışılır.

Gelelim filmin yıldızına: Austin Butler. Bir oyuncu ancak bu kadar Elvis olabilir, o ne performans! Aksanı, mimikleri, beden dili, yüz benzerliği ile izlemeye doyulmuyor, adeta Elvis’i diriltmiş; sahiden çok çok başarılı. Ayrıca Elvis’in C’mon Everybody, Suspicious Minds, Jailhouse Rock, That’s Alright, Unchained Melody şarkılarını da kendisi seslendiriyor. Oscar adaylıklarında kesinlikle favori olacaktır ve daha diğer oyuncu performanslarını görmeden diyebilirim ki Oscar’ı Austin Butler kazansın!

                                                            ***

“Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum.

Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahraman hayal ederdim.

Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirdim.

Aslında tüm kurduğum hayaller bir gün gerçek oldu. Hatta defalarca.

Çocukluğumda öğrendiğim bir cümle var: Şarkısız bir gün yaşanmış değildir.

Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur.

Şarkısız yolculuk bitmez. Ben de hep şarkı söylüyorum. Kendim için, sizler için.”

                                                              ***

Şarkı söylemek Elvis’in olmazsa olmazıydı. Okuldan arkadaşı olan James Ausborn onun için “Müzik için çıldırıyordu. Konuştuğu tek şey müzikti.” der. Kilise müziğinden popüler müziğe, Rock’n Roll’dan Blues’a kadar çok çeşitli tarzda şarkılar üretti ve söyledi. It’s Now or Never gibi opera tarzına yakın parçalar seslendirdi. 15 Ağustos 1977’de, 42 yaşında öldüğünde tüm zamanların en çok satan sanatçısı ünvanına sahipti, ölümünün üzerinden 45 sene geçmesine rağmen bu rekor hâlâ kendisinin. Bir elektrik firmasında kamyon şoförlüğü yapan, hayallerinin peşini asla bırakmayan ve onları bir bir gerçekleştiren Elvis Presley, tam anlamıyla bir “Amerikan Rüyası”ydı; Rock’n Roll müziğinin öncüsü, kralı ve babasıydı.

“Elvis’den önce, hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu.”

John Lennon

Diğer Yazılar: Arzu Arda Deger
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir