Düşüncelerimin tümünü bir araya getirmem lazım. Lakin bu eser adına ne yazılsa eksik kalacaktır.
Kısa bir anlığına da olsa sanatın insanlar için olduğunu varsayalım. Tıpkı dünyadaki diğer tüm güzelliklerin olduğu gibi. Toplumun her bireyi için. Kültürü bozuk, doğayı kendine cephe almış, savaşan, katleden, oluşturduğu her şeyi kendi eliyle yıkan insanlardan bahsediyorum. Yani sanat, korkunç bir uyumsuzluk edinmiş bu insanlara armağan. Peki ya sanatçı? Sanatçı sanatından utanır. Kendisine bahşedilmiş ilahi esin kaynağını kullanmanın anlamsızlığını hisseder böylesine yozlaşmış bir dünyada. Yaşadığımız bu yer fazlasıyla kötülük dolu. Kimin için bu görkemli mabetler? Sanatçı için güzeli yaratma tutkusu niye!
”Dünyayı dolaşınız; duvarsız, edebiyatsız, yasasız, servetsiz kentler bulacaksınız; Fakat mabutsuz ve mabetsiz kentler bulamayacaksınız.”
Hayatı mabetlerde geçmiş biri Rublev. Dönemin en gözde ikon ressamlarından. Namı onun önünde, sonsuz bir ilhamla işliyor sanatını. Sonra bir duraksama, bir durgunluk. Hayata tanıklık ediyor en sert haliyle. İnsanlara, maruz kalınan kötülüklere, savaşlara, kıskançlığa ve gözleri kör edercesine güçlü kibre. O zaman düşünmeden edemiyor. Kimin için bunca sanat? Kimin için bunca dua? Bir şeyler yanlış, göründüğü gibi değil. Çünkü tanık olduğu şeyler kendine bile söylemeye cesaret edemediği duygularını açığa çıkarıyor. “Yarım vaatlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklanmış Tanrı’ya sırtını dönmek istiyor” işte o zaman. Vazgeçiyor sanatından, kirletiyor duvarları. Amansız bir sessizliğe bürünüyor.
Hep aynı güç, hep aynı düzen. Tek ilah, tek yaratan. İnanmayan kafir ve asılan. Yaratıcıya inanmayan neden kafir? İnanç ne kadar doğru, inanmamak ne kadar yanlış? Sorguluyor Rublev içinden çıkamayacağını bile bile. Kurtulmak istiyor bu ızdıraptan. Bir an “tek çıkış yokluktur” diyor içinden bir ses. Tanrı’nın olmadığını ve yozlaşmış kliselerin riyakarlığını haykırmak istiyor işte o zaman. Bir keşiş olmadan hür olabilmeyi diliyor en kuytularında. Yokluğu ispatlayamayacağını bilse de başkaldırıyor usulca.
”Boyamayı bıraktığını duyduğumda kıskançlığım geçti. Yüreğim yavaşça büyüdü ve unuttum. Trinity Katedrali’ne git ve boya, boya, boya! Ruhunu zorlama. İlahi kıvılcımı yok saymak ciddi bir günahtır.”
Var olan tüm kötülükler bir yana tekrar hissetmeye başlıyor Rublev. Bir tohum gibi filizleniyor en baştan. Kendine verdiği tüm sözleri unutuyor, inançsız yaşayamayacağını anlıyor küçük bir çocuğun yüreğiyle. Görülmeyen-duyulmayan Tanrısından ya da kirlenmiş dünyasında bulamadığı cevapları genç dostuyla keşfediyor. Halkı sömürmekte baş aktör olan yozlaşmış kiliseleri ve tek mühim meseleleri kibri temsil edecek görkemli bir çan yaptırmak olan rus knezliğini bir an olsun unutuyoruz böylelikle. Umutla doluyoruz Rublev gibi ve anlaşılıyor insan için mühim olan tek şeyin umut olduğu. İşte o zaman, umudunu bulan Rublev şakıyor bülbül gibi. “Sen çanları dökeceksin ben de ikonları çizeceğim.” diyor genç yoldaşına. Tarkovsky’nin sanat anlayışında yer aldığı gibi sanatın insan için insanlık için bir umut olduğunu ve Tanrıya yakarıştan başka bir şey olmadığını farkediyoruz.