Buh-Ning (Burning)

METAFORLARIN GÜCÜ ADINA

Cannes ödülleri bir nevi sezonun iddialı filmleri hakkında ipucu veren, kurak geçen bahar aylarını yeşillendiren, kısacası sezonun açılışını yapan bir ödül konumunda. Yarışmada boy gösteren filmleri sezon boyunca izlemek için sabırsızlandığımız aşikar. Lee Chang-dong’un yönetmenliğini yaptığı Burning de bunlardan biri. Cannes’da bir diğer rakibi Ahlat Ağacı gibi hikayesinin merkezine yazar olmaya çalışan bir genci oturtan Burning, Cannes zamanı aldığı yüksek puanlarla inanılmaz bir beklenti oluşturmuştu. Şimdiyse sıra bu beklentileri karşılayıp karşılayamadığında.

Burning’i izlerken her anında profesyonellik hissettiğimi en baştan söylemeliyim. İki buçuk saate yakın olan süresine rağmen bir an bile sıkmayan, gevezeliğe vurmayan, sessiz bir şekilde ağıdını yakabilen bir film olması beni gerçekten memnun etti. Seyirciyle alay etmeksizin giriştiği bir oyunun sonunda kötü hatırlanacağını düşünmüyorum. Fakat sosyal medyanın, günümüz sinema dünyasını da olumsuz yönde etkilediğini söylemeliyim. Geçmişte filmleri, ya ilgimizi çeken konusu, ya yönetmeni ya da oyuncu kadrosu için izlerdik ve hiçbir manipülasyona uğramadan en saf haliyle görüşlerimizi netleştirir, beğenir ya da beğenmezdik. Fakat günümüz dünyasında herhangi bir filmi olması gerekenden daha fazla öven ya da yeren insanların-sinema yazarlarının ya da sinefillerin varlığı yanlış beklentilere yol açıp felaketlere sebebiyet verebiliyor. Tüm bu anlattıklarım ne kadar konu dışı gibi görünse de Burning’i de ilgilendirmiyor değil.

Varoluşumuzla beraber gelen iki türlü açlık vardır. Küçük ve büyük açlık olarak tanımlayabileceğimiz bu açlıklardan ilki işin fizyolojik kısmıdır. Tamiri kolaydır ve sürekliliği yoktur. Fakat büyük açlık işin ruhani kısmındadır. Kişinin, hayatın anlamına karşı verdiği mücadeledir. Var olmanın yarattığı ızdıraptır. Evrende küçük bir kum tanesi kadar bile önemi olmayan insanın anlam arayışıdır. Bu anlam arayışının dili, dini, ırkı ve coğrafyası yoktur. Bu açlığı kimileri kelimelerle ifade etmeye çalışır, kimileri ise dans ederek. Ettikleri dans varoluşa olan ağıttır, tamiri zordur, cevabı yoktur. Burning, hayatın anlamını arayan üç gencin etrafında şekillenen bir film. İçlerinden biri hayatın anlamını evreni, dünyayı-doğayı keşfederek ulaşacağını sanır, bir diğerinin ise hayatın anlamına karşı tutamağı gizli tutkularıdır. Esas karakterimiz ise henüz onlar gibi bir tutamak bulamamıştır. Aidiyet ile bu açlığı giderebileceğini düşünür. Çok okumasına rağmen hayattan, insanlardan öğreneceği çok şey vardır. Başkalarının tutamaklarının onun hayatını derinden etkilemesine izin verecek kadar toydur. Burning’in kişilerin anlam arayışı gibi ruhani noktalar dışında, sosyolojik okumalar yapmayı da kendine görev saydığını söyleyebiliriz. Lee Chang-dong’un, yolunun düştüğü her meseleyi büyük bir mütevazilikle tasvir edebilmesi ise takdire şayan. Yaptığı realist analizlerin ucu işçi sınıfından, burjuva toplumuna kadar dokunabilmeyi başarabiliyor. İkili ilişkilerden, kuru kalabalıkların samimiyetsiz dünyasına, hatta çocuk-ebeveyn ilişkilerine kadar pek çok meselenin tasviri, tüm işin sonunda filmin ana meselesiyle tek vücut oluyor ve ortaya muhteşem bir bütünlük çıkıyor.

Burning yazılıp çizilen yorumlar sonucunda yanlış anlaşılmaya müsait bir film ne yazık ki. Her karesiyle gösterişsiz bir güzellik sunabilecekken, Cannes’ın yarattığı farklı beklentiler sonucunda anlaşılamama ihtimali var. Fakat yapay bir şekilde gelişen beklentileri bir kenara bıraktığımız zaman Burning neredeyse kusursuzluğu vadediyor. Çünkü yönetmenin, küçük gibi görünen bir konuyu büyük bir profesyonellikle işleyebildiğini göz ardı etmek gerçekten imkansız. Evet gösterişsiz, belki yaratılan beklentileri karşılayamayacak kadar kırılgan bir film, fakat doğru bir açıyla izlendiği zaman şiirsel bir film olduğunu fark etmek zor değil. Bazen dünyevi eleştirilere kulak kabartıp, bazen hiçliği, yalnızlığı derinden hissedebileceğinizin ve finalinde insanı madara eden satır aralarına saklanmış metaforlarıyla ekrana bakakalacağınızın garantisini verebilirim.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Puslu Manzaralar
“Önce kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir