THE BANSHEES OF INISHERIN

İngiliz oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Martin McDonagh, 2004’te yazıp yönettiği ilk orta kısa metraj filmi Six Shooter ile çok dikkat çekmiş ve en iyi kısa film dalında Oscar heykelciğini kucaklamıştı. 4 yıl sonra çektiği In Bruges ile de belki de bilmeden dünya sinemasına bir modern başyapıt armağan etti. Kara mizah ile noir’in muazzam harmanlanışıyla ortaya çıkan In Bruges 2000’ler sinemasının en önemli işlerinden biri oldu. İlk başlarda ciddi anlamda underrated kalsa da sonra özellikle sinefillerin ve fanlarının etkisiyle kült statüsüne yükseldi ve günümüzdeki popülerliğini elde etti. Ardından Seven Psychopaths, Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri ile de rüştünü tam anlamıyla ispatladı ve Oscar ödüllerinden de eli boş dönmemeye başladı.

McDonagh, özellikle In Bruges’daki mükemmel uyumlarıyla dikkat çeken Colin Farrell & Brendan Gleeson ikilisiyle yeniden buluşacağını ilk açıkladığında elbette bu haber büyük bir heyecanla karşılanmıştı ve filmle ilgili her yeni gelişme aynı heyecan ve titizlikle takip edilmişti. McDonagh’ın yeni başyapıtı olduğu düşünülen The Banshees of Inisherin 3 Şubat Cuma günü ülkemizde de vizyona girdi. Umarım siz sinema seyircilerimiz için yaptığım analizi de severek okursunuz, iyi okumalar.

ANALİZ

Sıradan bir güne uyandın, yıllardır yaşamakta olduğun rutini büyük oranda gerçekleştirdin ve şimdi bu rutinin en önemli ve eğlenceli parçası için en büyük ve yakın dostuna gittin ve karşı karşıya kaldığın gerçekle sarsıldın:

O artık seni sevmediğini düşünüyor.

Yılın en çok konuşulan filmlerinden olan ve ödüllere boğulan, Martin McDonagh’ın yeni şaheseri The Banshees of Inisherin tam olarak böyle başlıyor. Saf iyiliği, empatiyi, değer vermeyi hayatının şiarı edinmiş Padraic, yıllardır yaşamakta oldukları Inisherin kasabasının asırlardır var olan rutin hayatından son derece bunalmış, sanata, bilgiye, hayatın anlamına yönelmeyi seçmiş Colm. İkisi de kendi hayat şiarlarının içinde yaşarlarken kendilerince hayatlarının merkezine koydukları bu kavramlar bir yerden sonra yollarının ayrılmasına neden oluyor. Padraic’in hiçbir sorunu yok, gayet mutlu ve bulduğuyla yetinen bir insanken Colm artık derinlere inmeye, hayatın mutlaka yaşanacak başka zevkleri, başka şekilleri de olduğu inancıyla kendini yepyeni bir dünyaya adapte etmeye çalışıyor.

“Buşmenlere göre Dünya’da iki tip açlık vardır, küçük açlık ve büyük açlık. Küçük açlık fiziksel olarak açlık çeken insandır. Büyük açlık, hayatın anlamına aç olan insandır. Neden yaşadığımızı, hayatın anlamının ne olduğu gibi konuları arayan insandır. Bu kişi gerçekten de açtır”

Güney Koreli usta sinemacı Lee Chang-dong’un sinemaya armağan ettiği başyapıt Beoning (Burning)’te geçen bu replik aslında bu yazıyı şu anda yazmaktayken aklıma geldi. Colm’un filmin başlamasıyla birlikte almış olduğu radikal küslük kararı ve hayatın anlamına dair yaşadığı derin düşünce harbinin bu tanıma uyduğu kanaatindeyim. Colm’un tam zıttı olarak Padraic ise elindekiyle mutlu, hayata karşı sorgusuz, değişikliğe kapalı, bilgisiz ve rutinden şikayet etmiyorken filmin sonunda karakter gelişimini tamamladığında o da kendi içinde şimdiye kadar tercih ettiği hayat felsefesinin artık bayatladığının farkına varıyor. Ki bunu Colm’un keman eğitimi verdiği gence ailesiyle ilgili söylediği bir yalanla kasabayı terk etmesini sağladığında da görmeye başlıyoruz. O da artık saf iyilikten yavaş yavaş biraz daha reel insana doğru bir yolculuğa ilk adımını atıyor.

Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.

Şimdiye kadar her şeyi olan kız kardeşi Siobhan da aldığı iş teklifiyle zorla da olsa kasabayı terk ettiğinde aslında bu da Padraic’in hayatında önemli bir dönemeç oluyor ve artık gerçeğe direnmemeye karar vererek Colm’a karşı geliştirdiği planı uygulamaya koymaya başlıyor. Bunu yaparken çok büyük bir adanmışlık ve inançla yaptığı da açık. Colm ise varoluşçuluğun derinliklerinde kendini kaybetmişçesine o tarafa yönelik attığı her adımda bir elinin parmaklarından da olacak olsa asla vazgeçmiyor. Ta ki yeni keşfettiği ve kendini hayli rahat hissettiği bu idealizmi bilmeden de olsa masum bir keçinin hayatına mal olana kadar. Bu andan sonra kendisi de bir vicdan muhasebesine giriyor.

Padraic sürekli en sevdiği dostuna, Colm’a ulaşmaya çalışıyor, yeniden eskisi gibi olmak için adeta bir savaş veriyor, sürekli adımlar atıyor. Bunları yaparken IRA ile İrlanda devletinin karşı dağlarda vermekte olduğu savaşın da sesleri Inisherin’e kadar ulaşıyor ancak Padraic tam anlamıyla pasifist bir karakter portresi çizerek savaşın anlamsızlığı üzerine kendi kendine konuşuyor, tartışıyor. Padraic için hayatının kırılma anı ise keçisinin ölümü. Keçisinin ölümüyle birlikte doğup büyürken şiar edindiği kavramlar tamamıyla yerle bir oluyor ve bambaşka bir yöne kayıyor. Öte yandan da ‘dostu’ Colm için aldığı karar ile de tam olarak dönüşümünü tamamlıyor ve deniz kıyısında buluştuklarında ikisi de hayattan tam anlamıyla istediklerini almış oluyorlar. Colm hayatta kalmaya devam etmenin önemiyle yüzleşirken Padraic ise yeni dünyada hislerin ve duyguların tamamen birbirine girdiği ve her şeye karşı sorgulamadan iyi olmanın kötü sonuçları olabileceğini, zaman zaman karanlığa başvurmanın da üzerine kafa yorulabilecek bir şey olduğunun bilincine varıyor. İkisi bu çarpışma anlamında birbirlerine lazım olduklarını da anlıyorlar ancak dönüşümlerini tamamladıktan sonra ise birbirlerinin hayatlarında asla olmayacaklar, bu kesin.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
DOLUNAY KATİLLERİ
MARTIN SCORSESE, AMERİKA VE HESAPLAŞMA: THE IRISHMAN & KILLERS OF THE FLOWER...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir