Ülke Sinemasına Bir Bakış: Bizim İçin Şampiyon, Borç ve Taksim Hold’em

İğneyi de çuvaldızı da kendimize batırarak başlayalım: Ülkemizdeki sinema yazını ve yazarlığı, sinemamızın içler acısı halinden bile kötü durumda olduğu için özel bir tebriki hak ediyor. Sinema yazarlarının geneline bakınca vizyonsuz, vasata tamah eden, entelektüel açıdan kabız, üretmeyen, ülke sineması üzerinde herhangi bir etkisi olmayan, bir yönetmenin masasına oturmak veya festivalden akreditasyon alabilmek için kırk takla atan kimselerle dolu bir kitle görmek mümkün. Genelden özele inip bireyleri tek tek ele alınca tablo daha iyi -veya çok daha kötü- görünüyor olabilir ama ortalamamız böyle, kaldı ki bunu görmek için üstün bir kavrama yeteneğine sahip olmaya da gerek yok. Evet, merkezinden çevresine kadar sinemamız, bağımsızından yandaşına kadar festivallerimiz lobiciliğe, nepotizme, vasatlığa teslim olmuş durumda ama “sinemanın vicdanı” olması gereken, sanatın kendisine ve izleyiciye karşı sorumlulukları olan sinema yazarlarının durumu da ülke sinemasının diğer unsurlarından farklı değil. Sinema yazarları olarak içine düştüğümüz halden daha trajik olan ise kendimizi diğerlerinden daha donanımlı, değerli, erdemli ve namuslu görmemiz. Mesela bakanlık fonlarının yandaşlara dağıtıldığından şikâyet eden insanlar, ellerinde tuttukları festivallerin fonlarını benzer saiklerle “kendilerinden olana” vermekte beis görmeyebiliyorlar. Ya da hangi sinema yazarının hangi yönetmenle, yapımcıyla ahbap olduğunu biliyorsanız, o yönetmene veya yapımcıya ait bir filme övgüler dizeceğini veya filmin elle tutulur hiçbir yanı yoksa “ölü taklidi” yapacağını daha film piyasaya çıkmadan bilebiliyorsunuz. Hatta, bırakın ahbap-çavuş ilişkilerini, bir yönetmenle, oyuncuyla röportaj yapacak olan bir sinema yazarının o filme dair olumsuz bir eleştiri kaleme almasına rastlamak bile nadirattan sayılır. Herkesin şikâyet ettiği ama kendisinin, arkadaşının, yazdığı sitenin, derginin, gazetenin böyle bir şey yapacağına ihtimal bile vermediği bir ortamda bu tarz şeyleri dile getirmek aslında çok kolay; zaten herkes, her yerde, her fırsatta bunlardan yakınıyor -tabii dışsallaştırmayı ihmal etmeden. Yakın dönemde izlediğim, ikisi ilk film ve çevre sinema örneği olan, birisi de ana akım sinemaya ait; üçü de gişe, festival, eleştirmen cenahından en az biri tarafından, sebeplerini tam olarak idrak edemediğim şekilde taltif edilen Bizim İçin Şampiyon, Borç ve Taksim Hold’em filmlerine dair birkaç kelam edeceğim. Kişisel olarak hedef aldığım birileri yok, hoş olsaydı bile bir şey değişmezdi çünkü kimsenin yoğurdu ekşi değil.

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON

Yıllardan beri kaliteli ana akım sinema örneklerinin yokluğundan yakınıyoruz; gerçekten de ülke sinemasının merkezinde devasa bir boşluk var. Ya birkaç bin kişinin izlediği çevre sinema örnekleri ya da milyonlara ulaşan fakat en ufak bir değer taşımayan saçma sapan komediler arasında savrulup durmaktayız. Bir dönem Yavuz Turgul’un, Çağan Irmak’ın ve zaman zaman Cem Yılmaz’ın kapatmaya çalıştığı bu boşluk son yıllarda biraz dolmaya başladı. Şampiyon da o alanı hedefleyen bir film. Spor filmi olması değerini arttırıyor; “önemli” bir iş lâkin “iyi” bir film değil, zaten bütün mesele de bu çünkü bizde önemli ve iyi ayrımı hâlâ yapılamıyor. Yine de Şampiyon’un ilk 40-45 dakikasına haksızlık yapmak istemiyorum; giriş faslında sinemamızda eşine gerçekten de pek rastlamadığımız bir dostluk incelikle işlenmiş. Ne olduysa gelişme bölümünde oluyor, sanki filmin yönetmeni, yapımcısı, çekilme amacı bir anda değişiyor ve Halis Karataş ile Bold Pilot arasındaki dostluğu işleyen hikâye, yıldırım hızıyla benim diyen Yeşilçam filmlerine taş çıkartan ağlak bir melodrama dönüşüyor. Üstelik ana kahramanları Karataş ve Bold Pilot’ı bir kenara atıp atçılık dünyasının önemli ailelerinden –diyenlerin yalancısıyım- Atmanların hikâyesine odaklanıyor, bir süre sonra odaklanmakla yetinmeyip ailenin her bir üyesini aziz ilan edermişçesine tek tek kutsamaya başlıyor. Atçılığın karanlık bir dünya olduğu, arka planda nelerin döndüğü herkesin malumuyken hiçbir kötülüğün yer almadığı (film ekibi de kötü adam eksikliğinin farkında olacak ki sonlara doğru akıllara zarar şekilde gökten “kötü gazeteci” figürü indiriyor) bu filme inanmak, derdiyle dertlenmek, yapımcı kanadından gelen kutsamalara boyun eğmek pek mümkün olmuyor. Bold Pilot’a gösterilen sevginin nedeni de -eğer gerçekten rasyonel bir neden varsa- yeterince işlenmiyor ve ekip bunun da farkında; “Bold Pilot terörle, ekonomik zorluklarla mücadele eden halkın umudu oldu” gibi, baktığınız yere göre hakaret de sayılabilecek -bir başka açıdan bakınca güzel halkımız böyle hakaretleri hak etmiyor da değil demek mümkün- basit bir iki cümleyle halk ile Bold Pilot arasındaki ilişkiyi özetliyorlar. Bir Hollywood filmi olsa çarşaf çarşaf yergi kaleme alacağımız, yüzeysel, hesapçı ve ağlak Şampiyon’a dizilen övgülere bakınca ülkemizdeki sinema yazarlarının vasat seviciliğini ve önemli ile iyinin farklı olduğunu ayırt edemediklerini görmek mümkün -dileyen bir adım geri çekilerek mide bulandırıcı şeyler de görebilir tabii. “Ana akım sinema örneklerine hasretiz” de güzel bahane, hakkını vermek lazım.

BORÇ

Borç ilk filmler çöplüğüne dönen sinemamızda, festivallerde topladığı ödüller sayesinde emsallerinden sıyrılmayı başaran bir film oldu. İlk başta, İstanbul Film Festivali’nde gösterildiği zaman eleştirmenler ve izleyiciler tarafından pek beğenilmemişti, sürpriz şekilde ödül(ler)e ulaşınca rüzgârı biraz arkasına aldı, bu vesileyle daha geniş kitleye ulaşınca da -bizim küçük sinema çevremizden bahsediyorum- tablo biraz dengelendi, sevmeyeni kadar seveni var artık. Tabii filmi beğenen cenahtan gelen övgülerin çoğunda, ilk filmlerinde bolca övülen, ödüllere boğulan insanların neden ikinci filmlerinde çuvalladıkları sorusuna da cevap olabilecek bazı ibareler dikkat çekiyor: “bir ilk filme göre” ve “onca kötü film varken”. Zaten festival çevrelerinde ve sinema yazarlarında iyiden ziyade daha az kötü olanı seçme gibi bir eğilim peyda oldu son dönemde. Bunu bir türlü kıramadığımızdan da “yılın en iyi on yerli filmi” listelerindeki eserlerin bir kısmına baktığınızda yüzünüz kızarıyor, ülke sineması hakkında umutsuzluğa kapılıyorsunuz. Borç da ülke sinemasındaki sorunların birçoğunu bünyesinde toplayan bir film olarak özel bir ilgiyi hak ediyor. Borç’un temel sorunu, bir sinema dilinin olmaması, sinema dilini geçtim, filmde arka arkaya doğru şekilde bağlanmış üç beş kare bulmak bile çok güç, bulduğunuzda ise o karelerin içinde karşınıza sadece devasa kafa boşlukları çıkıyor… Sadece görsel sıkıntıları da yok Borç’un, hikâyesi de epey sorunlu: Giriş ve sonuç bölümleri yok, nasıl başladığı ve nasıl bittiği hiç belli olmuyor, kocaman bir gelişme bölümü izliyoruz, bu haliyle kalelerin olmadığı, sürekli orta sahada pas yapılan bir futbol maçına benziyor. Giriş ve sonuçtaki boş vermişliğin aksine gelişme bölümü ise “fazla” çalışılmış; filmin her sahnesinde o sıkı çalışmanın izlerini görmek mümkün. Yönetmen Vuslat Saraçoğlu sıradan insanların yaşamına odaklandığı için en büyük kozuna dönüşebilecek “doğallığı” bu çalışma esnasında kaybetmiş, her sahnede mürekkep izleri dururken Tufan’ın (Serdar Orçin) hikâyesine inanmak mümkün değil, ya da inanmak için en az onun kadar iyi biri olmak gerekiyordur, bilemedim. Şimdilik, birçok sıkıntısı olan Borç’a dizilen övgülerin, verilen ödüllerin genç bir yönetmenin ikinci projesine vurulmuş birer prangaya dönüşmemesini dilemek dışında yapacak bir şey yok. Bizim vasat seviciliğimize elbet bir çare bulunur.

TAKSİM HOLD’EM

Mevzubahis filmler içerisinde gerçekten dediklerimi hak etmeyen tek film Taksim Hold’em olabilir, biraz kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla durumu söz konusu. Maalesef, ülkedeki sinemacıların nerdeyse tamamı Gezi Parkı Eylemleri yaşanmamış gibi davranıyor, sanki sihirli bir el, muhalifinden yandaşına dek herkesin zihninden o dönemi silmiş gibi, aradan geçen beş yıla rağmen bu yok sayma hâli devam ediyor. Taksim Hold’em de iyiliği kötülüğü bir tarafa, sırf bu kolektif amneziye karşı çıktığı için alkışı hak eden bir film; nice yiğit sinemacımız Gezi Parkı’na, ağaçların gölgesinde soluklanmak için bile uğramazken Michael Önder’in -ismine aldanmayın, bizden biri- bu topa girmesi çok değerli. Övgü faslından sonra, filme ve “olmamış” yönlerine geçelim -burada da film sana söylüyorum, filme büyük anlamlar yükleyen sinema yazarlarımız siz anlayın durumu var. Öncelikle Taksim Hold’em muhalif bir eser değil, elbette teknik olarak muhalif bir eser ama biraz CHP muhalefeti gibi; gerektiği yerde dokunulmazlıkların kaldırılmasına da oy kaldırıyor, çağrılınca koşa koşa Yenikapı’ya da gidiyor. Film, tıpkı ana muhalefet gibi iktidarın diliyle konuşuyor, “eğlenceye ve yağmaya giden bir avuç çapulcu bunlar” ithamlarına varıncaya dek birçok şeyi içten içe aklıyor. Böyle muhalefete can kurban… Bunun temel sebebi ise Önder’in karakter yerine stereotipler yaratması; filmde polis olmasından şüphelenilen Fuat (Berk“işte oyuncu budur”Hakman) dışında, hadi Odun’u (Kenan Ece) da katalım, kanlı canlı bir karakter yok, diğer herkes çizgi filmden fırlamış kadar karton. Zaten tek yaşayan, gerçekçi karakterin bir polis olması da başlı başına ironik. Tek mekânda geçen, başarısı karakterlerine endeksli olan bir filmde bu kadar çok karton karakterin olması, niyet ve amaç ne olursa olsun, istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Evet, böyle filmlere açız, cesaret de takdir edilmesi gereken bir şey ama Taksim Hold’em “o film” değil. Belki, namlı sinemacılar bir yol açsaydı, Michael Önder de öncül değil ardıl olsaydı tablo çok başka olabilirdi, sağlık olsun diyelim. Ha bir de, insanlar böyle, altyazı diliyle, çeviri Türkçeyle konuşmuyor, gerçekten.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Somewhere, in the Night- 4: The Stranger
Kara film bahsi açıldığında akla ilk gelen isimlerin başında Orson Welles yer...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir