SAVAŞ SONRASI ÖKSÜZ KALAN ASKERLERİN ÜLKESİ AMERİKA VE THE MASTER
Dahi yönetmen Paul Thomas Anderson’un 2012 yapımı başyapıtı The Master, biz seyircilere İkinci Dünya Savaşı sonrası için çok farklı bir Amerika alegorisi sunar. Tamamen yalnız kalmış, yapacak bir şeyleri kalmamış, kullanılmalarının bitmesinin ardından tamamen modern dünyaya yabancılaşmış genç askerlerin adeta bir çığlığı gibi olan filmin analizini aşağıda siz okuyucularımıza sunarız, iyi okumalar dileriz.
İsmi ve soy ismiyle çocuksu bir çağrışımı akla getiren Freddie Quell, savaş boyunca sokak tabiriyle eşek gibi çalışmış, canını dişine takmış bir askerdir. Daha ilk göründüğü sahnede burnunun üstünden, sadece gözleri ve alnının gözüktüğü bir kadrajla kendisiyle tanışırız. Yüzünde şaşkınlık, korku ve bilmemek vardır. Yabancılaşmıştır. Ünlü Amerikalı General McArthur’un savaşın bittiği ve müttefiklerin zafer kazandığı konuşmasını radyodan açıkladığı anlarda Freddie, bir savaş gemisinin kıç kısmında işkence denilebilecek şartlarda yağ temizlemektedir. Yani dünyanın gördüğü gelmiş geçmiş en büyük faşist diktatör yenilmiştir ancak Amerika’nın yeni dünya doktrinlerinin bir sonucu olarak yayılmacı vahşi kapitalizm Freddie gibi ülkesi için varını yoğunu ortaya koyanları ezmiştir ve ezecektir de.
Daha filmin başlarında Freddie’nin çarpık cinsel duyguları, içinde biriktirdiği öfke, yer yer dışa vurduğu öfke patlamalarını görürüz. Bunlar bize onun karakteriyle ilgili çok şey söylemektedir. Kazanılan zafer sonrası sahilde denizci askerlerin kutlamaları esnasında kumlardan yapılmış kadın silüetine sarılarak uyur. Aslında tatmadığı sevgi ve anne yoksunluğunu bu şekilde dışa vurur. Freud’un Oidipus kompleksini ciddi şekilde yaşamakta ve bunu sürekli dışarıya da göstermektedir. Modern toplumda tamamen ‘öteki’ olarak görülecek, toplumsal normların oldukça dışında olmasına karşın tamamen kendisinin ürettiği karışımlı içkiyle hayatını geçindirebilmektedir.
Ancak tam anlamıyla bir birey olması için bir lidere, külte ihtiyaç duymaktadır ve bu ihtiyaç tam zamanında giderilecektir. Bir gece gizlice güvertesine girip uyuduğu geminin ‘sahibi’ ve ‘kaptanı’ Lancester Dodd, tam olarak Freddie’nin hayatı boyunca aradığı bir mentordur. Karizmatik, hiddetli, sıcak, samimi, kucaklayıcı bir aile babası. Gemide kalmaya başladıkça Dodd’un sıra dışı kalabalık ailesi ve tamamen Amerikan Rüyasıvari yaşam tarzına hızla adapte olur ve Dodd’un en sadık müridi olma yolunda ilerlemeye başlar.
Freddie, Dodd’un çarpık, karışık dünyasına girdikçe daha da hiddetlenmeye, birey olmaya, ezikliğini yenmeye başlar ancak hala tam anlamıyla karar alabilen, uygulayan, bağımsızlığını tamamen ilan etmiş, hür iradesiyle hareket eden bir bireye dönüşememiştir. Bunun olabilmesi için çokça zaman geçmesi gerekecektir. Lancester’ın bire bir yaptığı sert ve yıpratıcı seanslarına girmeye başladıkça geçmişiyle de hesaplaşmalara girişir, pişmanlıklarını dışa vurur, yalanlarını ve suçlarını itiraf eder. Bunları yaptıkça daha da rahatladığını görürüz ancak Lancester Dodd olmadan Freddie Quell adeta bir hiçtir ve öyle olmaya da devam edecektir.
İlk kez ipleri eline alıp hür iradesiyle hareket ettiğinde Dodd’un motorsikletiyle kilometrelerce yol yaparak savaşa gitmeden önce terk ettiği eski sevgilisinin evine gider ancak o çoktan evlenmiş, çocukları olmuş, hayatını idame ettirmeye başlamıştır bile. Freddie maalesef geç kalmıştır ve yeniden kendini kaybetme başladığında Dodd’un ve ailesinin yanında alır soluğu. Ancak Dodd artık tamamen şirketleşmiş, 50’lerle başlayıp 60’larda zirvesine ulaşan modern Amerikan kapitalizminin sihrine kendini kaptırmış, feci zengin olmuş ve artık çok saygın bir yere erişmiştir. Artık ne Freddie’ye ne de bir başkasına faydası dokunacakır Dodd’un. O artık sömüren, yiyen, içen, yalan söyleyen bir tarikat liderinden başka bir şey değildir, aslında başından beri öyle birisidir ancak güçlendikçe tamamen derisinden soyunarak gerçek kimliğini dışa vurmuştur. Freddie Quell bütün bunların sonunda yine belki de hiç tanımadığı, filmde hiç görmediğimiz annesinin özlemini çekmektedir ve baştaki o kumdan yapılan silüete sarılarak orada uyur.
SON SÖZ olarak söyleyebiliriz ki The Master iki baş karakterin mücadelesi bakımından modern bir başyapıt. Birbirleri olmadan eksik kalan bu iki muazzam karakteri kusursuzca canlandıran Joaquin Phoenix & Philip Seymour Hoffman’ın performansları gerçekten inanılmaz, ekrana kilitleyici ve hayran bırakıcı. Film, Amerika, insan, aile, savaş, yalnızlık, birey olamama üzerine çok fazla şey söylemektedir. Amerika’nın özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen dünyaya kendini ispat için giriştiği ve girişeceği onlarca çatışmada ve savaşta Freddie gibi milyonlarca genç ürettiğinin ve bu insanların akıbetinin ne olduğunun veya ne olabildiğinin çok güçlü bir resmini çiziyor ve bunu seyirciye adeta bir tokat savurur gibi gösteriyor.