Tobe Hooper’ın izleyenleri dehşete düşüren, türün en sağlam örneklerinden biri olarak gösterilen ve sonrasında defalarca tekrar çekilen şaheseri ‘’The Texas Chainsaw Massacre’’ bu kez Netflix’le evlerimize geldi.
Texas Chainsaw Massacre orijinal hikayeden tam elli sene sonra yine aynı şehir Texas’ta vuku buluyor. Leatherface’in orijinal filmde en kötü yirmilerinde olduğunu düşünürsek, şimdi yetmişlerinde bir ihtiyar olması gerekirken maşallah benim diyen sporcudan atik, benim diyen dövüşçüden güçlü ve benim diyen vampirden daha fazla kana susamış şekilde ekranda arzı endam ediyor.
Filmin yönetmen koltuğunda David Blue Garcia oturuyor. Garcia’nın ilk filmi Tejano’yu izlemiş ve oldukça da beğenmiştim. Düşük bütçesine ve sınırlı olanaklarına rağmen iyi kotarılmış, hikayesi ve kurgusu düzgün, izlemesi keyifli bir filmdi. Garcia görüntü yönetmenliğinden gelen bir yönetmen. Haliyle yönetmen olarak çektiği filmlerde sinematografinin güçlü olduğunu söylemeye gerek yok. Türün meraklıları bilir. Görüntü yönetmenliği yaptığı son film ‘’Bloodfest’’ de görsel olarak çok ama çok güçlü bir filmdi. Bloodfest’e daha sonra tekrar döneceğim. Texas Chainsaw Massacre’da durum değişmiyor. Görsel olarak güçlü bir film. Ne yazık ki sadece görsel olarak.
Filmle ilgili düşüncelerimi söylemeden evvel gelin biraz filmin konusundan bahsedelim.
Texas Chainsaw Massacre, kendisinden önce çekilen tüm sequel, prequel ve remake’leri reddederek başka bir hikayenin peşinde koşuyor. Bu ilk öğrendiğimde beni heyecanlandıran bir şeydi. Hele film mükemmel bir açılışla seni karşılayınca beklentiler tavan oluyor. Gel gör ki ne kadar yükseğe çıkarsan o kadar sert düşüyorsun.
Dört girişimci genç, Texas’ta terk edilmiş bir kasaba olan Harlow’u satın alırlar. Kasabayı allayıp pullayıp zengin insanlara satmak, bir influencer cennetine çevirmek istemektedirler. Gel gör ki bilmedikleri büyük bir sorun vardır. Kasabadaki evlerden birinin eski sahibi evi terk etmemiştir. Oldukça yaşlı ve oksijen tüpüyle gezen bu kadıncağızı ikna etmek isterler fakat kadın direnir. Polis gelir, kadını götürürlerken kadın rahatsızlanır. Kadını hastaneye götürmek için yola çıkarlar. Kadına refakat eden kişi ise oldukça iri yarı, uzun ve ağzından tek kelime çıkmayan oğludur. Kadın ne yazık ki hastane yolunda ölür ve film orada başlar.
Leatherface’in yaşı, ailenin diğer üyelerine ne olduğu vs gibi sorulara hiç girmiyorum. Kendinden önce çekilen tüm külliyatı yok sayarak yola koyuldular. Bunu göz ardı ettiğimiz zaman bile oldukça başarısız bir film çıkıyor karşımıza. Ne yazık ki.
Tobe Hooper’in yönettiği orijinal filmi insanların neden sevdiğini, neden hala dönüp dönüp izlediklerini sanırım anlayamamış Netflix. Bu filmi seviyoruz, bu filmi döne döne tekrar izliyoruz çünkü bu film gerçek. Bu film her izlediğinizde size şunu söyletiyor; ‘’Bu benim de başıma gelebilir.’’ Filmin görsel etkileyiciliğini bir kenara bırakırsak gerçekliği ve herkesin başına gelebilecek olması, filmi korkunç kılıyordu. İnsan kasabı bir aile, akıl hastası iri yarı çocukları ve o çocuğun yetiştirilme tarzıyla bir insan kasabına dönüştürülmesi. Bir yolculuğunuzda yardım istemek için uğrayacağınız ve başınıza kötü şeylerin gelebileceği ıssız bir kasaba evi. Netflix bu çekirdeğin tamamen dışına çıkarak bize izlemesi keyifsiz, bayat, binlerce örneği olan, zevksiz bir teen slasher sunuyor. Hikaye saçma ve tutarsız. Karakterler çok ama çok kötü yazılmış. Hikayeyi bir yere taşımıyorlar. Leatherface bambaşka bir şeye dönüşmüş. Oldukça zeki. Tuzaklar kuruyor, planlar yapıyor.
Leatherface’in aksine hikayenin diğer kahramanları başı kesilmiş tavuk gibi sağa sola koşturmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Yirmi karakterin topam IQ’su maksimum 70. Gereksiz backstoryler cirit atıyor. Misal Lila karakteri. Nedense lise yıllarında bir silahlı okul saldırısında kurban olduğunu, kurşun yediğini öğreniyoruz ve bu hikayeye hiçbir şey katmıyor. Seyirciye söylediği hiçbir şey olmadan bu gereksiz backstory’i öğreniyoruz. Hikayeye hiçbir şey katmasa da aslında bu gereksiz backstoryleri öğrenmemizin bir nedeni var. Her ne kadar bambaşka bir yazının konusu olsa da ‘’Politik doğruculuk’’ her şeyi olduğu gibi sinemayı da zehirlemeye devam ediyor. Slogan replikler, saçma oyuncu seçimleri, Instagram’da canlı yayınlanan Leatherface katliamı ve sıkı durun; Leatherface bir otobüs dolusu genci katletmek üzereyken karakterlerden birinin Leatherface’e; ‘’Sakın aptalca bir şey yapma yoksa dışlanırsın’’ demesi. Hiç alakaları olmasa da ‘’Bundan da olsun’’ diyerek saçma sapan karakterleri filmlere yerleştirmeyi biliyorsunuz fakat yine de ilk ölen aptal sarışın oluyor değil mi? Dedim ya, her şeyi zehirlediği gibi sinemayı da zehirliyor politik doğruculuk. Bu başka bir yazının konusu, burada kesmekte yarar var.
Yönetmen David Blue Garcia belli ki türe hakim. Yoksa nasıl Halloween’den biraz, Friday the 13th’ten biraz alıp Leatherface’e serpecekti? Orijinal filmdeki katliamdan kurtulan tek karakter Sally Hardesty tam elli sene sonra karşımıza çıkıyor. Elli sene boyunca nasıl olduysa toplamda üç kişinin yaşadığı – Biri Leatherface, biri de annesi – kasabada intikam yemini ettiği Leatherface’i bulamamış ve elli sene boyunca intikam almak için yaşamış, bu anı beklemiş. Bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi? Halloween’in Laurie’si dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Ya Leatherface’in annesine olan düşkünlüğü? Bu da bir yerlerden tanıdık geliyor olsa gerek. Evet doğru bildiniz. Friday the 13th’in gönüllerimize taht kuran psikopatı Jason Voorhees. Yönetmen Garcia ne yazık ki türün en sevilen filmlerinden ve karakterlerinden az az alıp, çok eğreti durduğu halde Leatherface’imize katmış. Hiç olmamış. Bir korku filminin -özellikle slasherlarda- en temel dayanağı karakteridir. Jason olmadan Friday the 13th olmaz. Michael Myers olmadan Halloween olmaz. Sorun da buradan kaynaklanıyor. The Texas Chainsaw Massacre bir slasher değildi. Leatherface’in karakteri, hikayesi vs çok önem arz etmiyordu. Garcia, Leatherface’e bir karakter yüklemeye çalışmış fakat başaramamış. Elektrikli testeresini havada bilinçsizce sallayarak kurbanlarının peşinden koşan hasta çocuk yerine aynı testereyi adeta sihirli bir silah gibi kullanan içi boş bir karakter çıkmış ortaya. Yazının başında Bloodfest’ten bahsetmiştim. Garcia bu filmin görüntü yönetmeni. Filmde de yakından tanıdığımız korku filmi kahramanları, mekanları, türleri iç içe geçmiş, çerezlik bir seyir var. Görüntü yönetmenliğini yaptığı bu filmden oldukça etkilenmiş olmalı ki, Texas Chainsaw Massacre’da da benzer bir yöntem denemiş fakat olmamış.
Filmin iyi yanları yok mu? Az fakat var. Açılış sahnesi oldukça güçlü, bir iki iyi ‘’gorefest’’ sahne var. Müzikler ve sinematografi de iyi. Ne yazık ki hepsi bu.
Toparlayacak olursak, hastası olduğumuz The Texas Chainsaw Massacre’a yakışmayan bir devam filmi olmuş. The Texas Chainsaw Massacre 3’ten daha kötüsü gelemez demiştim fakat yanılmışım. Karakterlerin boşluğu, hikayenin aksaması, aslına asla uymayan ve gereksiz bir ‘’gorefest’’ havası ve hiç ama hiç özümseyemediğim bambaşka bir Leatherface ve size kahkaha attıracak bir -eğer öyle denebilirse- twist. The Texas Chainsaw Massacre çok ama çok daha iyi devam filmlerini hak eden bir şaheser. Üzgünüm David Blue Garcia, oldukça başarısız bir deneme olmuş.