Tayfun Pirselimoğlu Röportajı

Ekibimizden Furkan, Tayfun Pirselimoğlu ile sinema üzerine dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdi. Özellikle Yol Kenarı filmi üzerinden Tayfun Pirselimoğlu’nun sinemaya, sanata ve dünyaya bakışı üzerine konuştular.  Bu güzel sohbet için Sayın Piselimoğlu’na tekrar teşekkür edip sizi onlarla başbaşa bırakıyoruz.

Tayfun Pirselimoğlu’nun hikayesini kendi ağzından dinleyecek olursak, sizi sanat serüveninizde sinemaya iten süreç nasıl oldu? Bazı yönetmenlerin hikayeleri vardır. Bir film izlerler ve artık ben sinema yapmalıyım diye bir süreç başlar. Buna benzer bir durum yaşadınız mı?

Beni etkileyen filmler oldu ama şu filmi gördüm artık ben sinema yapmalıyım diyeceğim bir hikayem yok. Çocukluğumda etkilendiğim çok film oldu. Lisedeyken sonradan tretman olduğunu öğrendiğim şeyler yazdım. Kendimce filmler tasarlayıp onların hikayelerini yazıyordum. Bununla beraber lisedeyken sinema notları da yazıyordum.

Peki özellikle gittiğiniz bir sinema salonu var mıydı?

Trabzon’da o zamanlarda çok sinema salonu vardı. En az iki film, yazları da 3 film oynardı. Yani bir girersiniz sabah onda, öğleden sonra üç gibi çıkardınız. O dönem çok film izledim. Hatta ilkokul birden itibaren sinemaya gidiyordum.

Sinema kariyerinizde Yeşim Ustaoğlu’nun İz filminin senaryosu ilk çalışmanız mıydı? Yoksa başka projelerde de bulundunuz mu?

Daha önce yazdığım ama çekilmemiş olan senaryolar vardı. Aynı şekilde başkaları tarafından çekilen birkaç senaryom da olmuştu. İşe senaryo yazmakla başladım diyebilirim. Mesela o filmin sanat yönetmenliğini de ben yapmıştım.

Evet biliyorum. Hatta karanlık bir havası vardı. Sizden izler taşıyor diyebilirim hafiften.

Hafif mi? Ondan çok emin değilim ama (Gülüyor).

Yol Kenarı filmine gelecek olursak filmin oluşum süreci nasıldı?

Bu çok uzun zamandır aklımda olan bir hikayeydi. Ben dünyanın sonunun geldiğine inananlardanım. Bunu görmemenin de nasıl bir şey olduğunu anlayamıyorum doğrusu. Bu sona geldiğimizi işaret eden bir film yapmak istedim. Bunun öncesinde yazdığım başka filmler de vardı. Burada arkasından yeni bir başlangıcın geldiği bir sondan bahsediyorum. Bence hayat da bu şekilde devam eden bir süreç. Bu hikaye de dünyanın sonu hikayesi, distopya da diyorlar buna. Peki ben size bir soru sorayım. Siz niçin bu filmi seçtiniz?

Birçok nedeni var. Birincisi güncel bir film, kişisel olarak sinemanızı da takip ediyorum. Bunların dışında sizin düşünce dünyanızı da yansıttığını düşünüyorum. Bunların yanında en önemlisi özgün bir dil var. Daha çok şey de sayabilirim. Ama siz neden böyle bir soru sordunuz diye ben size bir dönüş yapayım o zaman?

Şundan dolayı ki bu filmi çok fazla anlayan insan olduğunu düşünmüyorum da o yüzden (gülüyor). Metaforik bir film ve herkesin kendince anlamlar yükleyebileceği bir film. Bunları açıklamak da zaten bana düşmez. Ben şuna inanıyorum. Sanat yapıtını anlamak istiyoruz. Fakat anlamamız gerekmez sezmemiz gerekir. Bizim mükellef olduğumuz şey onun bizlere sezdirdiği ve bizlerde bıraktığı izlenimler. Fakat bu yeni sinema tüketicisi için kabullenebilir bir şey değil. Seyircinin de profilinin tamamen değiştiğini düşünüyorum. Bence bu da kıyamet alametlerinden bir tanesi. Anlamak istiyorlar. Yani kimsenin böyle bir zorunluluğu yok.  Ama onlara anlayabilecekleri şeyler anlatıldığı için talep de bu şekilde oluşuyor. Yeni seyirci biraz şımardı. Bunun da sebebi tüketebileceklerinden çok daha fazla bir üretimin olmasıyla ilgili. Bu bir kısır döngü seyirciyi filme boğuyorlar. Seyirci daha fazla film istiyor. Kendi kendini zehirleyen bir sistem oluştu. Bu da entelektüel anlamda algıyı etkiliyor.

Filme baktığımızda, farklı kültürlerde yaşayan insanlar hikayeye daha sübjektif yorumlar getirebilir. Fakat hikayenin ana damarına baktığımızda ise dini bir miti referans almış durumda. Kurgu aşamasında da kuşkusuz ucunu açık bıraktığınız noktalar bulunuyor. Kurguyu inşa ederken gerek referans aldığınız bu mit, gerekse flu bıraktığınız noktalarda dikkat ettiğiniz öğeler nelerdi?

Buna eskatoloji deniyor. Yani dünyanın sonu üzerine tasavvurlar. Bütün dinlerde var bu evet. Ama sadece dini bir mesele de değil bu. Bir sona geldiğimizi anlatıyor. Bütün dinler bir sona yaklaşıldığında ona uygun bir hikaye kurmuş. Ortak noktası ise bir kötülüğü temsil eden bir Deccal var. Onunla savaşan bir Mehdi var.  Çok enteresan kısmı şu bence Mehdi bu hikayelerde galip geliyor. Ama yine bir son yaşanıyor. Sadece bu süreyi uzatıyor.

Yol Kenarı’nda biçim unsurunun ön planda olduğunu görüyoruz. Sanırım Andreas Sinanos ile çalışmanız da bunu gösteriyor. İyi bir filmin önemli unsurlarından birisi de biçim ve içerik uyumu kuşkusuz. Hatta bu konuda Frampton’un filmozofi yaklaşımı var. O da filmin dramatik yapısıyla film biçiminin bütüncül bir bakış üretmesiyle bunun sağlanabileceğini söylüyor. Filmin biçimini inşa ederken önem verdiğiniz noktalar nelerdi ve genel olarak soracak olursam bir filmin biçimi sizin için ne derecede önemli?

Aslında bu kurduğunuz cümleyi nasıl kuruyorsunuz gibi bir soru. Bu biraz da bir kitabın içeriği var bir de kapağı var. Bu her ne kadar kendi kitaplarımda dikkat etmesem de dikkat ettiğim bir unsur. Bir tür zarf mazruf hikayesi, içi de var dışı da var bu işin. O dışı da en az içi kadar önemli bu işte. Sinema zaten görsel bir sanat olduğu için işin bu tarafını iyi kotarmak ve dengeyi çok iyi sağlamak lazım. Bu film de benim sinema üslubum içerisinde bir farklılık arz etmiyor ama  sanat yönetiminin tercihleri, kurduğum dünyanın zamansız ve mekansız olması gibi noktalara çok dikkat ettim. Andreas ile de çok uzun çalıştık dersimize. Ama şöyle bir şey var. Biliyorsunuz Andreas, Angelopoulos ile çalışıyordu. Angelopoulos ise kamera hareketini çok seven, kamerayı da dans ettiren, onunla kareografi kuran bir yönetmen. Ben ise aksine kamera hareketini seven birisi değilim. Dolayısıyla Andreas için statik kamera hareketinin olduğu bir film cazip değil. Ama bir kere çok yakın dostum her şeyden önce, bunun yanında çok zeki birisi. Bu filmdeki resimleri kurarken epey bir fikir alışverişinde bulunduk. Anlattığınız hikayede, bunu nasıl anlattığınız ve kurduğunuz resimler çok önemli. Dediğiniz gibi bu denge filmi iyi veya kötü yapan unsurlardan birisi.

Peki resim konusuna girmişken… İnterdisipliner bir sanatçısınız, özellikle resim sanatı üzerinden sinemanıza baktığımda şahsen Albrecht Dürer’in gravürlerinin etkisini hissediyorum. Kendinizi yakın hissettiğiniz ve sevdiğiniz sanatçılar arasında mı Albrecht Dürer? Bunun yanında özellikle ressam olarak sinemanıza da sıçradığını düşündüğünüz isimler var mı?

Dürer’den başlayayım. Dürer, üzerinde cümle kurarken bile salavat getirilmesi gereken bir adam. Benim resimlerimi etkilemiş olabilir. Viyana’da resim okurken, baskı ve gravür üzerine çalışıyordum. Baskı ve gravür üzerine çalışan birisinin Dürer gibi bir öğretmeni olmadan olmaz. Ama sinemama bir etkisi olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Aslında sinemama etkisi olan bir ressam olduğunu da düşünmüyorum. Bütün bunların toplamından gelen bir şey vardır. Direk bir isim alarak sinemamda şu ismi buluşturuyorum diyemem. Resimle ilişkili olarak aldığım eğitim sinemamı etkiliyor muhakkak. Ama bu bilinçli bir şey değil. Bazı ressamların işlerine benzetildiği gibi hikayelerimi de bazı edebiyatçılarla yakın bulanlar oluyor. Ama bunlar hikayeyi kurarken aklımda olan şeyler değiller.

Aslında burada okuduğun sensindir sözü geliyor aklıma.

Ben her şeyi okuyorum bu arada (gülüyor). Eskiden daha çok okurdum şimdi daha az okuyorum onu da itiraf edeyim. Çünkü ona da dayanamıyorum. Film seyretmeye dayanamadığım gibi. Artık kötü filmler gibi kötü yazarları da okumaktan gına geldi.

Çağdaşlardan bahsediyorsunuz sanırım.

Yani şöyle. Çok kötü film var. Daha fenası bunlar muhabbet ve takdir görüyorlar. Çok şaşırıyorum. Festivallerde ödüller alan ve kritiklerde methiyeler düzülen filmler var. Geçenlerde Carpenter bir söz söylemiş sonuna kadar katılıyorum. “Sinema öldü ama ona hala can vermeye çalışan bir takım yönetmenler var.” Aynen öyle. Sinema buysa bize sinema diye gösterdikleri buysa sinema ölmüş. Ama hala ona can vermeye çalışan büyük yönetmenler var. Bir de bilmediğimiz, ulaşamadığımız, isimlerini bilmediğimiz büyük yönetmenler var.  Bu kadar çok üretimin içerisinde, çer çöpe takılan onlarca film olduğuna inanıyorum.

Buradaki problem sizce üretilen eserlerde bir içtenlik ve samimiyet yoksunluğu mudur? Bunun yanında bir ticari kaygı mı var?

O da var muhakkak. Önemli bir kısmını bu teşkil ediyor. Ama bence problem bütün dünyanın entelektüel eşiğinin çok düşmüş olması. Dolayısıyla bu sinemada değil, edebiyatta da, siyasette de, resimde de böyle. Bu kadar niteliğinin düşmesinin sebeplerinden biri demin de söylediğim gibi niceliğinin artmış olması. Filmlerin süreleriyle ilgili mesela son zamanlarda tartışılan bir konu var.  Hatta Cannes’da Nuri’nin de başına geldi. Çok uzun dediler. Ya bir filmin uzunluğu kısalığı üzerine bir tartışma olabilir mi? Olabilir mi böyle saçma bir şey? Fakat festivaller bunu talep ediyor. Çünkü seyirciden öyle bir baskı geliyor. Festival de seyircisini sıkmak istemiyor.  Sizi 90 dakika film yapmaya zorlayan bir sistem var. Sinemanın sanat olduğuna inanıyorsanız böyle bir cümle kuramazsınız. Ama bunu kuran Cannes’cılar. Bu akıl dışı bir şey ve gayet olağan bir şey gibi algılanıyor. Bunlar bütün bu anlatmaya çalıştığım sistemi örnekleyen kısa bir anekdot.

Burada yaşadığımız çağın Baudrillard’ın dediği gibi bir simülasyon çağına dönüşme durumu var. Açıkçası buranın da bir kıyameti var. Sizce buradaki gerçeklik anlayışı daha mı kirli?

Evet daha kirli. Hakikatle kurduğumuz ilişki kirli. Üretilen bir sanat yapıtıyla onun tüketicisi arasında kurulan ilişkinin bir ahlakı vardır. Bu ahlak ilişkisi bozuldu. Tüketicisiyle alakalı bozuldu. Çünkü tüketicisinin ahlakı bozulduğu için bu ilişki buradan koptu. Bu çağın insanının algısını belirleyen başka şeyler var. Kullandığımız telefonlar mesela bizim zamanla kurduğumuz ilişkiyi alt üst etti. Her şey çok hızlı. Bu, günlük hayatımız içerisinde normal insanın (artık neyse normal insan) hareketlerinin ve algısının olması gerektiğinden daha hızlı yaşamasına sebep oluyor. Bunu da kabulleniyoruz artık. Örneğin internet Türkiye’ye ilk geldiği zaman bir sayfa 3 dakikada iniyorsa, şu anda 1 saniyede iniyor. Şimdi 1 saniyede değil de 2 saniyede inerse size çok uzun geliyor. Bu kabulle ilgili bir şey ve bugünkü çağ bunu bize kabullendirdi. Kaçınılmaz olarak bu sanatta da böyle oldu. Örneğin uzun ve tek plan sekanslar şu anda uzun geliyor. Bu yirmi sene önce böyle değildi. Artık buna uygun da bir üretim oluyor. Godard’ın bir lafı vardır ya “kamerayı nereye koyacağınız ahlaki bir meseledir.” Bence nasıl edit edeceğiniz (kurgu) daha büyük bir ahlaki problemi içerisinde saklıyor. Seyirci avlanmak istiyor. İzleyici ile film arasında zımni bir ilişki oluştu. Artık seyirci o koltuğa oturduğu zaman talep edebileceği duygusuyla oturuyor. Çünkü o olmazsa bir sürü seçeneği var. Bu edebiyatta da böyle. Bir sürü sakat dergi var. Ben de yazıyorum bazılarında. Eskiden çok sayılı edebiyat dergisi çıkardı. Ama içleri doluydu. Şimdi ise tam tersi. İşte bunlar, yeni bir seyirci, okuyucu, insan profili yarattı.

Filme geri dönecek olursak. Filmdeki kasaba endişe, kaygı ve paranoya ile kaplı olan ülke manzaramızı da yansıtıyor. Burada post yapısalcıların değindiği bir konu var; “Bazen toplumsallığı, sinemayı taklit ederken yakalayabiliyoruz“ diyorlar. Zaten az önce konuştuk böyle bir durum var. Peki ülkemizin “Yol Kenarı” halini nasıl yorumluyorsunuz?

Tabii bu filmle alakalı Türkiye ile ilgili kurabileceğiniz çok ilişki var. Ama bize ait değil dünyaya ait bir hikayeyi anlatmak istedim.

Onda hemfikirim zaten ama ben Türkiye yorumunuzu merak ettim.

E tabi ki dünyanın gidişatından azade bir yanımız yok. Hatta burada daha da hızla oluyor. Kimsenin mutlu olmadığı bir zaman bu. Ben kendi yaşamımda hiçbir zaman bu kadar mutsuzluğun ortak bir şekilde kabul edilip algılandığına şahit olmadım. Bunu algı dünyamız içerisinde olanlar için söylüyorum. Batıyla ilgili yani, çünkü biz de kendimizi onların bir parçası gibi görmeye çalışıyoruz. Olmayan bir savaşın içerisinde (güya), bir savaş endişesi yaşıyoruz.

Burada post modern zaman kendi tanrısını kaybetti ve kaybettiği tanrısını tüketim ve haz üstüne kurdu diyebilir miyiz? 

Ben bir tanrının öldüğünü ama yerine ikame edecekleri bir tanrı bulamadıklarını düşünüyorum. İnançlı bir insanın tanrıyla kurduğu ilişki içerisinde yaşamı çok kolaydır. Şimdi tanrının var olmadığı zaman da insan böyle bir ilişkiyi kendince kutsallık atfettiği şeyler üzerine kuruyor. Dolayısıyla ortak bir kutsallık alanı oluşuyor. Mesela twitter ortak bir kutsallık alanı. Old Testament- New Testament diyorlar ya bu da Newest bir testament. Bunu insanların ortak vicdanlarının tecessüm ettiği yer olarak görüyorum. Bu çağın problemlerinden bir tanesi yeni bir tanrı arıyoruz. İnanmak istiyoruz ama inanacak hiçbir şey bulamıyoruz. Eski çağlarda böyle bir şey söz konusu değildi. İnançlı bir hıristiyanın ya da müslümanın çektiği ızdırap ile ilgili kendince bulduğu bir cevap var. “Tanrı beni sınıyor” diyor. Acı çektiği için mutlu oluyor. Bu çağ onun cevabını bulamıyor. Bu arada bunu eskisi daha iyiydi yenisi daha kötü anlamında söylemiyorum. Burada inançla kastettiğim şey ahlak. İnsanoğlu en başından beri ahlakla ilgili problemi çözemedi. Kendince sistemler kurmaya çalışıyor. Burada en kolay sistem bir dine sahip olmak. Ama din de yetmiyor. Hazlar üzerine kurmaya çalışıyor o da olmuyor.

Bir röportajınızda sinemanın bir hakikat inşası olduğunu söylemişsiniz. Buradaki hakikatin içerisinde transandantal, aşkın unsurlar bulunuyor mu? Ve devam edecek olursam bir sanatçının başat ideali bir hakikat nosyonunun inşası mıdır sizce? Ya da sizin için bu ne derece önemlidir?

Sondan başlayayım. Mutlak bir hakikatten bahsetmiyorum. Bir filmin kendi içerisinde kendi hakikatini inşa etmesi. Bundan total bir hakikat peygamberliği çıkmaz. Böyle bir şey bilmiyorum zaten. Ben kendi yeteneklerimle kendi ahlak zeminim üzerinden bir hakikati inşa etmeye çalışıyorum. Buradan bir şey önermiyorum, hakikat şudur diye bir şeyi de işaret etmiyorum. Buradaki dikkat ettiğim şey ben numara yapmıyorum. Göstereceğim şeyleri elimi açık tutarak gösteriyorum. Müzik kullanmıyorum, olabildiğince zamanı yansıtmaya çalışıyorum, kamera numaraları yapmıyorum.  Bunları yapanlar ahlaksızdır anlamında söylemiyorum asla, bu benim bulduğum bir yöntem. Bu her zaman bu şekilde akmayabilir. Her şeyden önce bir yönetmenin ya da bir yazarın hükümlü olduğu tek şey namuslu olmasıdır. Seyirciyi avlayacağım diye yola çıkmamalısınız. Seyirciyi avlamak çok kolay çünkü.

Bunun için özellikle son söylediğinizin doğru olduğunu savunup da film çeken yönetmenler var. Bunun savunucuları arasındalar. Yani seyirciyi avlamam gerekiyor şeklinde film çekmeye çalışıyorlar.

Bu hayatla kurduğunuz ahlak ilişkisi. Peki neden seyirciyi avlamak istiyor?

Kendini var edebilmek için olabilir. Yani kendini bu camiada var edebilmek. Projeleri için gerekli kaynakları yaratabilmek vs.

Ben bunda bir beis görmüyorum. Şöyle ki bir bakkal ve manav portakal satıyorsa bunda kar etme amacı güder. Bir yönetmen de film satıyorsa bunda kar elde etme amacı olabilir.

Ama buna sanatçı diyebilir miyiz?

He işte orada düğümleniyor. İşte bunu söylüyorsan bir manavla yönetmen olma arasındaki tercihini yapman lazım. O zaman ben yönetmenim deme cürretin olmayacak. Ben manavım diyeceksin. Bunda bir beis görmüyorum. Bu da bir seçenek.

Zaman kullanımınızla ilgili olarak zamanı gerçeğe yaklaştırarak aslında hayata mı yaklaşmaya çalışıyorsunuz?

Şunu söylemeye çalışıyorum. Mesela burada yaptığımız konuşmayı birkaç farklı şekilde çekebiliriz. Birincisi kamerayı bir yere koyarız bir buçuk saat boyunca baştan sona gösteririz. Bir de bunu muhtevasına halel gelmeyecek uzunlukta, içerisinde çer çöpü attıktan sonra gösterebiliriz. Bir de bunu yarım dakikada göstermek var. Birincisinden belgesel olur. İkincisinden benim yaptığım film olduğuna inanıyorum. Üçüncüsünden de bir Hollywood olur. Çok bilinen bir örnek olarak uyuyan adamı yedi saat çekmenin artistik bir karşılığı olabilir ama bu sinema değil. Burada ahlaklı olmaktan kastım bu. Başka bir ahlak problemi de var. O da şu, benim bir cümlemi orada hiç alakası olmayan bir bağlamıyla koyarsa oradan da başka bir şey çıkar. Bu da bir problem.

Ahlakla ilgili olarak aklıma Nietzsche’nin bir sözü geldi “Tüm yazılmışların içinde en çok kanla yazılanı severim. Kanla yaz, göreceksin ki kan, tindir.”  diyor. Sizin filmlerinizde tin ötesi bir mütearife var. Yazarken çizerken başka dayandığınız zeminler neler?

Ben şöyle kurmaya çalışıyorum. Son zamanlarda duyduğum bir söz var. “Tayfun’un filmleri çok zor, çok mesafeli”. Evet mesafeli. Çünkü öyle iyi bir sinemanın bir mesafe koyması gerektiğine inanıyorum. Yönetmen olarak seyirci bana bazı sorumluluklar yüklüyor. Ama seyircinin hiçbir sorumluluğu yok. Sinema belli bir zaman içerisinde tüketilecek bir sanat ve o zaman içerisinde bu ne anlatıyor, bununla nasıl bir kapı açıyor? Seyircinin ben o kapıdan bir iki adım atayım, gireyim demesi lazım. Böyle filmler iyi filmlerdir.

Yol Kenarı filmiyle ilgili devam edelim. Bir filmin rengi de öyküden kaynaklanır. Burada imaj ve imajların yarattığı duygularda rengin önemli bir payı bulunuyor. Yol Kenarı’nın siyah beyaz olması öykü nezdinde zıtların çarpışması, umutsuzluğa ve müteakiben renksiz bir dünyaya doğru bir sürükleniş şeklinde okunabilir mi? Siz hikayeyi kurarken bunları düşünerek mi kurdunuz?

Aşağı yukarı böyle düşündüm. Çünkü bu filmin hikayesini ancak renksiz kurabilirdim. Baştan beri hiç renkli düşünmedim. Renkli çekildi ve sonradan siyah beyaz oldu. Ama ben hiç renkli bakmadım filme. Çünkü bu hikaye böyle bir biçimi gerektiriyor.

Peki filmin geri dönüşleri nasıl oldu? Bir de yaz döneminde tercih etmeniz bu filmin teması itibariyle bir risk taşımadı mı sizin için?

Çok az seyircisi oldu. Buna çok alıştım artık. Bu bir bakanlık projesi olduğu için belli bir zaman sonra vizyona girmesi gerekiyordu.

Peki anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Özellikle geri dönüşlere baktığınızda.

Yok anlayana çok az rastladım. Yurtdışında daha fazla anlaşıldı sanırım. Mesela enteresandır Yunanistan’da daha fazla anlaşıldı. Sanırım onlar da tragedyalara alışık oldukları için… Bir yandan da benim için bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Sinema kritiğinin nasıl hallerde olduğunu ve nasıl bir düşme hali olduğunu görmemi sağladı.

Festival süreci devam ediyor mu?

Amerika’da bir festival olacak bu ay. Onun dışında devam da ediyor.

Peki toparlayacak olursam. Dünya sinemasının içinde bulunduğu durum üzerine konuştuk. İçinde bulunduğu durum, son çıkan filmler vs. Bunlardan hareketle ülke sinemamıza baktığınızda ne görüyorsunuz?

Benim bu konuda çok yaram var. Onu başta belirteyim hemen. Beni en çok tedirgin eden, ilk filmini çekenlerin (Türk sineması için söylüyorum bunu) büyük bir kısmı, hatta ikincisini de çekenlerin büyük bir kısmının çok eski sinema yapıyor olmaları. Eskiden kastım biz bunu gördük duygusunu uyandıracak şeyler. Cüretkar değiller yani cesaret almıyorlar. Bir filmde benim ölçülerimden birisi ne kadar risk alıyor olduğudur. Hiç risk almadan film yapmak istiyorlar. Risk almadan film yaparsanız vasat bir yönetmen olarak devam edersiniz. İyi yönetmenler büyük riskleri göze alarak film yapanlardır şeklinde bir inancım var. Tabii ilk filmini yapıp çok iyi yapanlar da var. Onları bir kenara ayırıyorum.

Bunlardan örnek verebileceğiniz var mı? Yani beğendiğiniz son dönem yapımları?

Mesela Mehmet Can’ın Albüm’ü bir ilk film olarak çok cüretkar. Tuzdan Kaide seversin sevmezsin ama başka bir şey yapmış. Yani bir şey anlatmaya çalışmak çok önemli, burada kastım sahiden başka türlü anlatmaya çalışmak.

Peki yeni projeleriniz?

Kerr isimli bir romanım var. Onu çekeceğim önümüzdeki kış.

Hem bize vakit ayırdığınız için hem bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Diğer Yazılar: FikriSinema
LUC BESSON’UN YENİ FİLMİ “DOGMAN” 29 ARALIK’TA SİNEMALARDA!
“Leon”, “The Fifth Element”, “Lucy” gibi efsane filmlerin usta yönetmeni Luc Besson,...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir