KERR ÜZERİNE – TAYFUN PİRSELİMOĞLU RÖPORTAJI

Geçtiğimiz sene Uluslararası Varşova Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Kerr bu sene ülkemizin Oscar adayı olmasıyla bir kez daha gündeme gelerek tekrar vizyona girdi. Ülkemizdeki birçok festivalden de ödüllerle dönen Kerr bu hafta Mubi’de de gösterime sunuldu. Ekibimizden Furkan filmin yönetmeni Tayfun Pirselimoğlu ile film üzerine, filmle birlikte belki biraz da “hayat” üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Keyifli okumalar dileriz.

 

Öncelikle hoş geldiniz. Filmi konuşmadan önce yeni sayılabilecek bir haberle başlayalım. Filminiz ülkenin Oscar adayı seçildi. Sizin sinemanıza baktığımda ve bir yönetmen olarak da tanıdığımda bunun sizin için çok önem arz etmediğini tahmin etmek zor değil. Ama yine de bu konu hakkındaki düşüncelerinizi merak ettim.

Tabii Oscar deyince heyecanlanan bir milletiz. Aslında sadece bizde değil dünyanın her yerinde böyle. Bu da oranın sinema endüstrisinin Olimpos’u olmasından.  Oradaki renkli görüntülerin yarattığı bir heyecan var. Ama diğer taraftan  sinema adına da çok önemli isimlerin bir araya geldiği ve bu vesileyle sinema sanatına hizmet ettiğini düşündüğüm özel de bir alan. Takdir görmek tabii ki hoş. Ama bunun için film yapmıyorum. Yani herhangi bir takdir için film yapmıyorum. Bu iyi bir film yapmanın hazzıyla alakalı. Dolayısıyla bunu kibirli bir ifade olarak görmeyin ama kimse izlemese de bu filmleri yapardım diyebileceğim filmleri yapmak istiyorum. Aslolan iyi film yapmak. Ve iyi bir film yapmanın esas motivasyonu, izlediğim zaman iyi olmuş diyebileceğim bir hazla alakalı.

Filmografinize baktığımızda özellikle tematik olarak daha sıradan, geleneksel tonlara daha yakın insanların hikayelerini konu edindiğinizi görüyoruz. Üslup olarak ise karanlık tonlarda seyreden bir halde filmografiniz. Fakat bu üslupta yol kenarı ile başlayan bir tekinsizlik haline ek olarak yer yer absürt ve distopik bir evrene doğru adım attığınızı görüyoruz. Bu değişime siz katılıyor musunuz? Bunun belli bir sebebi ya da bir motivasyonunuz var mı?

Sanatın, herhangi bir disiplin içerisinde üretimde bulunmanın arkasında yatan şey sizi bu hikayeleri anlatmaya yönelten nedenler. Yani ben dünyanın gidişatıyla alakalı duyduğum endişeyle belki biraz böyle filmlere yöneldim. Aslında benim takıntılı olduğum bazı temalar var. Kimlik problemi, kimliğin değişmesi, birisiyken bir başkası olmak. Bu yaşadığımız çağın gidişatının bir saçmalık üzerine yöneldiğini görmenin endişesinin de içerisindeyim. Akli olanın kaybolduğu ve saçma olan her neyse onun normalleştiği bir zaman bu. Bir dekadans yaşadığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla bunların bendeki tezahürlerini filmlerimde, yazıp çizdiklerimde anlatmaya çalışıyorum. Aslında bütün bunları ilk filmlerimden beri korumuş olduğum bir zemin de var. Bu da zaman içerisinde aldığınız yol üzerinde sizi etkileyen meselelerle olan temasınızla alakalı. Ama evet ben sıradan, sokakta yürürken karşınıza çıkacak olan insanların hikayelerini anlatıyorum. Ama bunlar içinde bulundukları o toplumun o dünyanın da hikayesi aynı zamanda. Belki ana karakterin hikâyesi olarak görünüyor. Ama bence onunla birlikte bu evreni de ifade etmeye çalışıyorum. Ve gidişatın beni tedirgin ettiği mevzulara daha çok değiniyorum.

Kimlik arayışından bahsettiniz takıntılı olduğunuz mevzularda. Burada sanki kişinin kendi bireysel kimlik arayışı da filmlerinizde yer alıyor. Genel bir portreden baktığımızda, bunu çevrede yer alan politik sorunlardan münezzeh bir şekilde değerlendirdiğimiz zaman bir ruh bunalımı, bir psikoz durumu, bir ayrışma durumu da söz konusu oluyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Kişinin kendi kimlik arayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ontolojik olarak kişinin kendisiyle alakalı meselesi ve aynı zamanda yaşadığı toplumun içerisinde ona atfedilen o kimlik de işin içerisinde. Bunların çeliştiği ya da çakıştığı durumla alakalı ortaya çıkan o tuhaflık beni etkiliyor. Bu kişisel bir mesele olduğu ölçüde toplumsal da bir mesele.

Bir önceki röportajımızda “Ben dünyanın sonunun geldiğine inananlardanım. Bunu görmemenin de nasıl bir şey olduğunu anlayamıyorum doğrusu. Bu sona geldiğimizi işaret eden bir film yapmak istedim.” demiştiniz. Aslında işin belki de ironik olan kısmı bunu söylediğiniz tarihte bir pandemi yaşamamıştık. Yine bu tarihten sonra dünya ve ülke gündeminde de trajik diyebileceğimiz birtakım olaylar da yaşadık ve gördük. Aslında sosyolojik bağlamda şöyle bir sav da var. “Bazen toplumsallığı, sinemayı taklit ederken yakalıyoruz. Önce hayatta var sonra sinemada var görüşünün aksine, çoğu kez sinemada gördüğümüz bir şey sonrasında hayatta karşımıza çıkabiliyor.” Bunu hatta sitemizde röportajı yayınlanan Bülent Diken hocamız söylemişti. Bu bazı yazar ve araştırmacıların, felsefecilerin paylaştığı da bir düşüncedir. Aslında bu direk sanat için söylenir. Siz bu görüş hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu film özelinde de filmden sonra pandemi yaşadık. Eserlerinizi üretirken geleceğe dair bir tahayyülünüz bulunuyor mu?

Bu biraz yalvaçlık, geleceğe dair öngörülerde bulunmak gibi algılanıyor.  Ama bu benim daha önce de yazdıklarımla başıma geldi. Mesela Çöl Masallarında yazdığım birkaç fantastik hikâyenin gerçekten karşılığı olduğunu sonradan öğrendim. Bir tanesi, o romanda romanın kahramanları, kendi yazdıkları defterleri çöldeki bir kütüphaneye götürürler. Sonra gerçekten böyle bir kütüphanenin var olduğunu bir arkadaşım Avusturya’da bir belgeselde izlemiş bundan haberdar etti. Aslında Brautigan’ın bir hikayesi var ondan yola çıkarak yazmıştım. Yine o romanda eli kesilen bir celladın hikayesi vardı. Başkasının eli -bir kadın eli- takıldıktan sonra maşist birisiyken daha kadınsı bir ruh inceliğine sahip oluyordu. Buna çok benzer bir haberi sonradan okumuştum. İngiltere’de hırsızlık yaparken yakalanan birisi eli kesildikten sonra başkasının eli takıldığı için hırsızlığa başladığını söylemiş falan filan…Bunlar sanki benim küçük hınzırlıklarım gibi görünüyor. Ama sahiden hayatta karşılığını sonradan öğrenmiş oluyorum. Evet bazen hayat sanatı, bazen de sanat hayatı taklit ederek ilerliyor. Bence sanatın kıymeti de biraz buradan geliyor. Olabilecek ya da hiç olmayacak şeylerin, çok fantastik görünen şeylerin bile aslında bu hayatta karşılığı olduğunu görüyoruz. Ama bu hayattaki karşılıklarını biz çok sıradan ve olağan karşılarken onun sanattaki karşılığının bir fantezi, bir fantazmanın ürünü olduğunu düşünüyoruz. Yani hayatın fantazisi ile yönetmenin yazarın çizerin fantazması birbiri içerisine girebilir ve birbirini takip edebilir. Dünyanın sonu ile alakalı size şunu söyleyeyim. Evet dünyanın sonunun geldiğini, dünyanın patlaması ve yok olması anlamında kullanmıyorum. İnsanoğlunun gelebileceği en dip noktayı işaret ederek söylüyorum.

İşin şöyle de bir boyutu var. Her buluştuğumuzda en dip diyoruz ama daha da dibe doğru gidiyoruz gibi…

Ben nihayetinde bir dibin olduğuna inanıyorum. Hayat böyle bir sinüs eğrisi üzerinde ilerliyor. Yükseliyor alçalıyor devam ediyor… Dekadans dediğim şey bunun olduğu yerler. Yani o eğrinin aşağı düştüğü nokta. İşte oralarda bir yerlerde dolanıyoruz. İşte onun daha ne kadar dibi var bilmiyoruz. Bundan sonrası olmaz dediğimiz her şeyin olduğu bir dünyada benim açımdan kendimi ifade edebileceğim ve kendimi korunaklı bulabileceğim yerin sinema, yazarlık ve resim olduğunu düşünüyorum. Orada hem bunu ifade etmeye çabalıyorum hem de insanlara “yahu nasıl görmüyorsunuz” demeye çabalıyorum belki de. Yani bu manasız bir çaba olabilir ama bir yandan da bundan bihaber yaşamak ya da bunu kabullenmek nasıl bir şeydir onu anlatmaya çabalıyorum. Bunun bir yanıyla da rahatsız edici bir tarafı var izleyici adına. Onlar sahiden bunu bir fantezinin tezahürü olarak görüyorlar. Bu hayatın saçmalığı içerisinde yüzmeye devam ediyorlar. Bu da böyle bir tuhaflık.

Dip noktayı kültürel ve ahlaki olarak mı düşünüyorsunuz?

Evet. Yani hayatın bütün veçheleriyle alakalı. Sizin sayacağınız ve ona ekleyebileceğimiz başka şeyler de olabilir.

Bir de fantazmalardan bahsettiniz. Aslında kelime kökeni olarak gizli olanı açığa çıkartmaktan geliyordu. Sizin de filmlerinizi yaparken böyle bir çözümleme süreci oluyor mu? Gizli olanların açığa çıktığını söyleyebilir miyiz filmlerinizi yaparken? Keşfediyor musunuz aynı zamanda filmlerle yaptıklarınızı?

Kendi kendinizle mücadele ettiğiniz bir zaman o. Dolayısıyla kazıdığınız şeyler var. Fıtri olarak bunlar içimizde de var olan şeyler muhtemelen. Bunların ortaya çıkma biçimi bu dönemlerde benim adıma daha ilginç. Fakat dediğim gibi ben bir şeyi kendimce gördüğümü o gördüğümün bendeki karşılığını ifade etmeye çalışıyorum. O gördüğüm şeyin çok saçma olduğunu düşünüyorum. Onu kendi hikayemin içerisinde üslubumca ifade etmeye çalışıyorum. Bunlar da birbirini besleyen şeyler. Gördüğüm saçmalığın benim hikayemin içerisine zuhur etmesi izleyici adına tuhaf olabilir. Normal olmadığını düşündüğü bir figürü izlediğini düşünebilir. Mesela Kerr’deki karakterlerin bir karşılığı olmadığını sanıyorlar. Hayır, her birinin karşılığı var. Benim gördüğüm, tanıdığım, bildiğim. Mesela takma kol ve bacak satan adam olmayacakmış gibi duruyor. Hayır değil. Bu karakterin zihninin ne olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bunlar hem gerçek hem değil. Bu da gerçekliği ne anlamda kullandığınıza bağlı. İzleyicinin hakikatle kurduğu ilişkiyle benim o hakikati görmem arasında algılama farkı olabilir.

Filmde bir zamansızlık ve mekânsızdık durumu mevcut. Bunu tercih etme sebebiniz neydi? Hatta kitaptaki Cezmi Kara burada isimsiz bir kahramana da dönüşüyor. Yine kitaptaki timsah filmde köpeğe dönüşüyor. Filmi inşa ederken bu detaylara özen göstermenizin sebepleri nelerdi?

Bu filmin anlattığı hikâyenin bir zamanı ve mekânı işaret etmesi izleyici adına çok rahatlatıcı olabilir. Mesela bunun gelecekte geçiyor olması ya da geçmişe ait bir zamanı işaret etmesi izleyicinin tasavvurunda etki farkı yaratabiliyor. Ben bunu özellikle belirli bir zamanı ve mekânı işaret etmeden, hatta anakronik bir şekilde, bunun bütün zamanlara teşmil ve bütün mekanlara ait olabileceğini işaret etmeye çalışıyorum. Bunun izleyici adına tuhaf ve önemli bir şeye işaret etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun 1948 yılında geçmesinin hafifletici nedenleri olabilir izleyici adına. Ya da 2300 yılında geçse onun karşılığı farklı olur. Ama bu her zaman olmuş ve her zaman olabilecek, orada olmuş burada da olabilecek hikayeler. Dolayısıyla bunun bu şekilde anlatılması gerektiğini düşünüyorum.

Cezmi Karanın isimsiz bir kahramana dönüşmesi peki?

O biraz şöyle, isim geçmemesine özellikle özen göstermiş değilim. Ama oradaki kimliklerin her birine seyircinin bir şey atfetmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Tabii senaryo yazarken onlara iliştirdiğim bazı isimler elbette var. Fakat izleyicinin bu isimleri kendisinin çıkarması ve onları tanımlamaya çalışması daha kıymetli.

Kitaptaki timsahın filmde köpeğe dönüşmesi de biraz daha sinemanın kendi yapısı ve diliyle alakalı bir tercih sanırım.

O iki şeyden dolayı. Edebiyatla sinemanın arasında hem teknik hem de anlam üretme adına birtakım farklılıklar var. Köpeğin karşılığı ile timsahın temsil ettiği şey… ikisi de olabilirdi. Burada bana hikâyede nedense bir köpeğin, daha doğrusu bir kuduz hikayesinin işaret ettiği şeyin daha anlamlı olacağı inancı köpeğe dönmeme neden oldu diyebilirim.

Kerr isminden de aldığı gibi bir tekrar etme, mükerrer olma gibi bir ifade ile bize kendisini izletiyor. Bu aslında filmdeki karakterlerden birisinin söylemiyle de altını çizdiğiniz bir mefhuma da dönüşüyor. Hatta filmlerinizde olay örgüsü genelde başladığı gibi bitecek şekilde tasarlanmış durumda. Bu zamanın döngüselliği meselesinde Nietzscheci bir bağlam da görüyorum. Aslında bütün bir filmografinize baktığımızda bu edebi dönüş mitinin yanı sıra nihilist bir çerçeve de görüyoruz. Felsefi bir bağlamdan baktığınızda Kerr üzerine bu çerçevede neler söylemek istersiniz?

Evet Nietzscheci deniyor. Fakat benim de inancım her şeyin tekrar ettiği üzerine. Bunu çok tekrarladım ama burada da tekrarlamak zorunda hissediyorum. Her şeyin başladığına, bittiğine ve tekrar başladığına inanıyorum. Ama bunun diyalektik bir serüven olduğunu, çünkü bitiren ben ve başlayan benin arasında bir tekâmül olduğunu, bir farklılık olduğunu düşünüyorum.

Burada kitabın arkasında Ahmet Öz’ün bir sözü var. Zira tekerrür eden şey tarih değil biçimdir diyor.

O Ahmet’in ifadesi. Evet biz bunu bir tarih olarak algılıyoruz. Ama bunun derinliği çok daha fazla. Dolayısıyla anlattığım hikayelerin kendi içerisindeki akışı -özellikle bunu sinemada daha çok yapıyorum- başladığı gibi bitiyor. Aslında şöyle de bir şey var. İzleyicinin da payına düşen bir şey var. Filme başlayan seyirci ile de bitiren seyirci arasında da bir fark olması gerektiğini düşünüyorum. Bir izleyicinin filmle kurduğu ilişkinin zımni bir anlaşma üzerinden oluştuğunu düşünüyorum. Yani izleyici bir taleple filmi izliyor. İzleyici kendi haz skalasında filmi bir yere konumlandırıyor. Nihayetinde de onu ya alıyor ya da almıyor. Ama her ne olursa olsun bir filmi bitirmeyi başarabilen bir izleyici ile filmi izlemeye başlayan izleyici arasında bir fark var. Bir şey oluyor ve akıyor o arada zihinde. Bence bir tekâmül işareti. Ve bitiren benin daha “kâmil” bir zihne sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Bu başlamak bitirmek ve tekrar başlamanın kendi hayatımızda da bir karşılığı var. Biz bunun farkındayız ya da değiliz. Ben biraz bunların peşinde dolaşan bir hikâye anlatıcısıyım diyebilirim.

Şu anda tarihin belli bir aşamasındayız. İşte İsa’dan sonra 2000’li yıllar diyebiliriz. İçinde yaşadığımız çağın da diplerde bir yerlerde olduğundan söz ettiniz. Peki şu an sizce hangi tekrarın içerisindeyiz? Şu anda bir tekâmül görüyor musunuz?

Onu şöyle düşünün. O iki bin yıllık serüven aslında çok küçük çok kısa bir zaman. Ama onun içerisinde bile imparatorluklar yıkılıyor. İşte Roma İmparatorluğu yıkılıyor, Osmanlı başlıyor, o yıkılıyor başka bir şey başlıyor. Sonra Amerikan İmparatorluğu başlıyor. Sürekli isimleri değişse bile dönüp duran bir şey var. Mesela şöyle de örnek verebiliriz. Bu yüzyılın başında İspanyol gribinden 50 milyon insanın öldüğünü biliyor muydunuz? Bunu ancak bizim korona geldiği zaman hatırladık. Dostoyevski’nin bir sözü vardı galiba. İnsanoğlu o kadar alçaktır ki her şeye alışır. Bu alışkanlığımızın içerisinde sanki bu döngünün var olmadığı vesvesesine kapılıyoruz. Bundan belki 50- 100 yıl sonra yine aynı şey olacak. Bütün bu dönüp duran şeylerin içine girdiğimiz zaman farkına vardığımız için sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir his içerisinde yaşıyoruz. Burada tekâmül ne olabilir? Bunu da irdelememiz gerekir. Neticede mikro kozmik olarak, bireysel olarak bu döngünün farkına varabilmek. Yaptığımız hataları tekrar yaparken en azından bunun bilincinde olmak diyebiliriz.

Yine Kerr’e dönecek olursak filmde politik bir altyapı da var. O da adli olarak insanların üç maymunu oynamasından süregeliyor. Bu durum bir yanıyla Türkiye portresi gibi. Filmde ülkemizde kemikleşmiş olan “aman dikkat et şahit yazarlar” lafının vücut bulmuş halini izliyoruz. Olayların başlangıcı bu şahit olma meselesinden türüyor, sonrasında da içinden çıkılamaz bir duruma doğru sürükleniyor. Filmdeki kasabayı belki Türkiye ya da x bir yer olarak okuyabiliriz. Ama ülkemizin özellikle yakın tarihine baktığımızda bunun Türkiye’den neşet eden bir imge olduğu düşüncesi ağır basıyor. Sizin bu yoruma bakış açınız nedir?

Anlattığım o kasabanın, herkeste anıştırdığı bir yeri var. Tabii ki içinde yaşadığımız memleketin tecrübesiyle bize daha yakın ve yakıştırabileceğimiz birçok unsuru barındırıyor. Bu bütün dünya için de geçerli olabilir. O kasaba aslında ne kadar Türkiye ise o kadar da dünya. Zamansızlığı ve mekânsızlığı kullanmamın nedeni biraz da bu anlamda da önemli. Bizim bu memleketle olan tecrübemiz ne ise muhtemelen Kolombiya’daki bir izleyici için de kendisine yakıştırabileceği bazı unsurlar vardır diye umuyorum. Dolayısıyla politik olarak okunabileceği birçok mesajı var. Ama bence bütün filmlerimde olan bir şey bu. Onu nasıl, hangi zaviyeden okuduğunuzla da alakalı bir şey bu. Şunu da hep söylemişimdir ve söylemeye de devam ediyorum. Seyircinin görevi bir filmi sadece izlemek ya da bir romanı sadece bitirmek değil. Onun da yükümlülükleri var. Bizim izlediğimiz bir filmle alakalı o filmin yönetmenine yüklediğimiz bazı sorumluluklar var. Mesela iyi film yapmış mı iyi film yapmamış mı? Okuyucunun da izleyicinin de onu algılamış ya da algılamamış olmasıyla alakalı da sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Ben de bir filmi izlerken kendimi seyirci olarak sorumlu hissediyorum. Bu anlatılan hikâyenin arkasında bir şey var mı? Varsa o nedir diye beni tefekkür ettirecek, sezgilerimi bileyecek bir eyleme girişmeliyim. İçinde yaşadığımız çağ nedeniyle her şeyi anlamak zorunda hissediyoruz kendimizi. Her şeyi anlamamızın mümkünatı yok, olması da gerekmiyor. Biz anlamaktan çok sezmekle mükellefiz. O sezilecek olan şeyin de üzerine tefekkür etmekle mükellefiz. O anlamda buradan izleyici adına sezgilerinin peşinden gitmelerini anlamlı kılacak bir hikâyeyi anlattığımı düşünüyorum.

Bir de sinemanızda seyirciye mesafe ile yaklaşma durumu da var. Bunun bir tercih olduğunu görebiliyorum. Yani seyirciye “bana gel” demiyorsunuz.

Ben bir filmin seyirci ile olan ilişkisinin böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Yani filmin izleyici ile arasında bir mesafe olması gerekir. Sonra bu ilişki kurulduğu andan itibaren de bunların birbirlerine yaklaşması gerekir. İşte seyircinin de sorumluluğu var dediğim şey aslında bu. Seyirci oturduğu yerden o filmin kendisine gelmesini talep ediyor. Onu tatmin etmesini, hangi hazzın peşindeyse oradan ona dokunmasını istiyor. Ben de diyorum ki böyle bir talepte bulunabilir. Fakat senin de bu talep için yapman gereken şeyler var.

Filmdeki karakterin yaşadığı anlamsız ve absürt durum Kafka’nın Joseph K karakterinden de izler taşıyor. Kerr’de bir Dava etkisi var diyebilir miyiz? Zaten genel olarak sinemanızda Kafka’nın etkisini görüyoruz desek bu yanlış bir yorum olmaz sanırım. Bunu da çok duymuşsunuzdur diye tahmin ediyorum.

Evet bunu çok duydum tabii ki. Ben de diyorum ki öyle bir zamanda yaşıyoruz ki. Kafkaesk sıfatının açıklamaya yetmeyeceği bir zaman bu. Yani Kafka yaşasaydı “Ya bir dakika” diyebileceği, “bu nedir” diyebileceği bir zaman içerisinde yaşıyoruz. Dolayısıyla bence Kafkaesk sıfatı yeterli değil. Başka bir şey bulmamız lazım. Ben o başka bir şeyin filmini yapmaya çalışıyorum. Ama elimizdeki yegâne sıfat bu olduğu için de benim filmlerim böyle tanımlanıyor. Kendisine müteşekkiriz tabii ki Kafka’nın. Ama başka bir şey bulmamız lazım. Joseph K meselesinde ise orada benim için çekici olan şey şu, Joseph K’nin çaresizliğiyle bugünkü Cezmi Kara’nın çaresizliği arasında bir ilişki kurulabilir.  Ama Cezmi Kara’nın daha da korunmasız olduğunu düşünüyorum. Onun çarptığı duvarlar Joseph K’nin aşamadığı duvarlardan daha yüksek.

Filmi araştırdığımda çekimleri Kastamonu’da yaptığınıza dair bir şeyler okudum. Aslında mekân kurguları ve tasarımları filmin zamansızlık unsuruna hizmet eden türden seçilmiş gibi görünüyor. Plastik sanatlarla olan ilginizden ve geçmişinizdeki sanat yönetmenliği tecrübelerinizden bu noktalardaki hassasiyetleri görebiliyorum. Hatta Kerr’de görsellik biraz daha ön planda. Bu da sanki hikâye mekanları değil de mekanlar hikâyeyi doğuruyor diye hissettiriyor. Görsellik bu bağlamda filmin bir çatısı diyebilir misiniz?

Şöyle, ben çok dolaşıyorum. Mesleki deformasyon da sayabilirsiniz bir yeri gördüğüm zaman orası enteresan geliyorsa bana orayı kaydediyorum. Bazen de sizin söylediğiniz gibi mekân hikâyeyi çağırıyor. Mesela Saç filmi böyle bir şeydi. Tarlabaşı’ndaki o perukçuların önünden geçerken “Ya burada nasıl bir hikâye var ki herkes peruk satıyor burada. Bu peruğu kim alır” fikrinden yola çıkarak yazmış olduğum bir hikayeydi. Hatta o filmde İstanbul’daki bütün perukçuları gezmiştim. Filmi çektiğim perukçuya gittiğimde, peruk satan adamın orada yatıp kalktığını gördüm. Aslında benim yazdığım hikâyede onun ayrı bir evi vardı. Ama evini de perukçu dükkânı haline getirmek, sefaletini ve ızdırabını daha da belirgin yapacaktı. Bu bana hizmet eden bir şeydi. O yüzden bazı mekanlar bana hikâyeyi yazdırıyor. Ama Kerr’de öyle bir şey olmadı.

Filmdeki karakter başta sigara içmiyordu. Daha sonra sigara içmeye başlıyor.  Burada da şöyle bir şey var hem bu sigara özelinde hem de genel hikâye perspektifinde, karakter yaşadığı çevreye uyum sağlamaya başlıyor. Uyum sağladığının da farkında değil. Siz bireyin uyumsuzluğu veya uyum sağlaması meselelerine de değindiniz. Bu bağlamda bireyin bilinçli bir tercihle mi uyum sağlamaya başladığını düşünüyorsunuz?

Bu da o sözünü ettiğim absürtlüğün bir parçası. Bu sigarayı ben özellikle filmlerimde çok kullanıyorum. Ben sigara içmiyorum. Diyorlar ki bana “Neden bu kadar çok sigara içiriyorsun filmlerinde? Dumana boğulduk” Aslında siz çok sigara içiyorsunuz. İnsanlar mesela çok sigara içildiğinin farkında değiller. Ve bana filmlerde görünce çok sigara içildiğini söylüyorlar. Diğer meseleye gelince, bu yaşadığımız zamanın tuhaflığı içerisinde, -ona uyum sağlamakla siz ifade ettiniz- bunun bir bilinci barındırmadığı, daha doğrusu üzerine saldıran bu zamanın karşında, içgüdüsel olarak kendini ancak onunla bir ilişki kurabilirse hayatta kalabileceğini düşünerek yaşıyor. Çünkü insanoğlu bence iradesiyle bu zaman içerisinde teslimiyet haline dönüşüyor. Bunu yapan politik sosyolojik sayabileceğiniz birçok unsur bulunuyor.

Peki sizce bu teslimiyet bir huzuru getiriyor mu?

Evet ancak bu şekilde bence kendinizi koruyabileceğinizi düşünüyorsunuz. Yani bir biat karşılığında satın aldığı bir korunmalı alan var. Ama sonra o da sıkışıyor o sıkıştıkça siz daha çok teslim olmak zorundasınız. Bunun bir isyanı tetiklememesi bence tuhaf bir haldir. Sistem sizi neredeyse ölmeyi tercih edecek hale getiriyor.

Biraz soru soruyu doğurdu açıkçası. Bir tekrar durumundan bahsettiniz. Bu söylediğinizle bağlantılı olarak, insanların bir şeyleri yeniden kuracak kadar kendini güçlü hissetmediği bir ortamda yaşaması buna yol açmış olabilir mi?

Hayatın sizi sıkıştırdığı yerde, giderek daralan bir alanın içerisinde iki türlü hareket etme ihtimaliniz var. Ya buna karşı çıkacaksınız ya da onunla yaşayacaksınız. Ona karşı çıkmanın bir bedeli var. O bedel çok yüksek olabilir. Diğeri sizi hayatta tutar ve dediğiniz şekilde tekrar yeniden başlayabilirsiniz. İşte bu büyük kırılma, isyan hali size yeniden bir alan açabilir. Ama neticede bu çemberi kırarak ancak yeni bir çember içerisinde yaşamaya başlayabilirsiniz. Bu da bir tekâmüldür. Yeni çember eskisine göre daha farklı olabilir. Orada da tekrar başka bir tekrarın içerisinde hayatınızı devam ettirirsiniz. Yani bu sonsuz bir şekilde dönen hayat döngüsü. Ama şu anda biz bizatihi içinde yaşadığımız hali algılıyoruz. Benim buradaki hayretim, belki bu kapitalizmin geldiği yüksek seviyeyle de alakalı olabilir. Kapitalizm insanoğlunu öylesine bir cendere içerisine aldı ki bundan artık sıyrılamayacağız duygusu daha baskın çıkıyor.  Artık bundan kurtulamayacağız duygusu bilinçli bir halde olmuyor.  Bence kapitalizmin esas becerisi de bu. Hayat böyle akıyormuş diye kabulleniyoruz. Ama bilinçaltımızda bence bunun ızdırabını yaşıyoruz. Ben biraz da buraları kaşımak buraları irdelemek istiyorum. Şimdi bu karakterin durumu şu, olan bitene şaşkınlıkla bakıyor. Onun etrafında dönen tuhaf ve neredeyse karikatür diyebileceğimiz türden karakterler var. O hala ne yapacağını ve ne olacağını bilmiyor. Ne yapabilir onu da bilmiyor. Sanki kaçmaya çalışıyor. Evet böyle durumlarda kaçmaktan başka ne çareniz vardır ki? Ve kaçamıyor. Biraz kendimi de hissettiğim karakter o aslında. Biraz sizsiniz, biraz herkes aslında. Yani nereye kaçacağız biz. Nereye kaçsak yolumuz kesiliyor. Sonumuz bir çukurun dibi olabilir. Ben o çukuru biraz da oradan göstermeyi istedim.

Deliklerden yola çıkarak bir soru doğuyor. Oradan bir müzik sesi duyuyoruz. Müzik de Nikos Kypourgos’e ait hatta. Burada kaosun içerisinde müziğin mistik bir tarafı var gibi.

O bana daha çok hüznü çağrıştırdığı için sevdim ve tercih ettim.  Zavallı bir halde birinin çıkışsızlığı üzerine ancak böylesine bir hüzün yakışır çağırışımı yapıyor bende o müzik. Ondan dolayı kullandım.

Filmin afişine baktığımda kitabınızda da yer alan ve sizin çizdiğiniz bir illüstrasyonun benzerini görüyoruz. Hatta geçtiğimiz senelerde Kerr isminde bir sergi de açmıştınız. Bu çizimleriniz orada da sunuldu mu?

Sergiyi tekerrürün ifade ettiği anlamda yaptım. Onda eski yaptığım resimleri tekrar yaptım. Dolayısıyla işin o tarafı biraz o başlığı ve temayı besleyen bir şeydi. Bir de kafamın içerisinde dönen ve tekrarlayan bazı temalar vardı. Onları ürettim. Dolayısıyla böyle bir sergi çıktı. Filmle ilişkilendirilecek birkaç şey de vardı tabii. Ama esas temanın ifade ettiği şey buydu.

Diğer Yazılar: FikriSinema
Sosyal Ağ – Biyografi Dosyası
David Fincher’ın 2010 yılında vizyona giren filmi The Social Network, konusu itibarıyla...
Devamını Okuyun
Join the Conversation