Suyun Sesi ya da Hollywood’da Zamanın Ruhu

Sinema, içinde üretildiği çağın etkisini -elbette ve kaçınılmaz olarak- üzerinde hisseder. Örneğin sinemayla doğrudan ilgisi olmayan bir alanda yaşanan teknolojik bir gelişimin film üretim teknolojileri üzerinde yarattığı etkiler, sinemaya yepyeni boyutlar kazandırabilmektedir. İnsanlığın yaşadığı zihniyet evrimi de sinema üzerinde belirgin bir etki yapar. (“Zihniyet” sözcüğü, Dil Derneği’nin sözlüğünde şöyle tanımlanmış: “Bir toplum ya da topluluktaki bireylerde görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu, düşünüş biçimi”). Ancak bu etki tek boyutlu değildir. Her çağ, içerisinde farklı, kimi birbiriyle çatışan düşünüş biçimlerini barındırır. Örneğin çağımızın çok güçlü bir düşünüş biçimi olan politik doğruculuğun yine çok güçlü olan bir karşıtı vardır ve bu karşıtlık bence en çarpıcı yansımalarından birini Lars von Trier’in Dogville’inde bulmuştur. Ancak Dogville örneği, von Trier’in Hitler’i “anladığını” söylediği ünlü Cannes konuşması gibi, sıra dışı bir örnektir. Üst düzey filmlerin izleyiciye verdiği mesajlara baktığımızda, sinemanın genelde, çatışan gerici ve ilerici düşünüş biçimleri arasından ilericiliği seçtiği görülür. Sinema için günümüzde zamanın ruhu’nu oluşturan unsurlar arasında yer alan ilericiliğin kapsadığı eğilimleri demokrasinin, sosyal adaletin, bir arada yaşamın, siyasal liberalizmin, kadın-erkek eşitliğinin ve cinsel tercih özgürlüğünün savunulması olarak sıralamak mümkündür.

Bu iddiayı destekleyecek birçok kanıt öne sürülebilir. En çok ses getiren birkaç olaydan söz edelim: Harvey Weinstein’ın birlikte çalıştığı kadınlara yönelik yıllara yayılan taciz ve tecavüzlerini açık eden #MeToo hareketi, Ekim 2017’de sinema odaklı olarak başlayıp, sonrasında sinemayı aşan ve diğer alanlarda da seslerin yükselmesini sağlayan bir feminist başkaldırıya dönüşmüş durumda. ABD’de 1960’larda başlayan siyahi hakları talepleri sonrasında siyahilerin beyazlar karşısındaki ikincil konumlarını ortadan kaldırma yolunda önemli aşamalar kaydedilmişken (Barack Obama’nın 2008’de başkan seçilmesi bu sürecin en önemli simgelerinden biridir), bu taleplerin sinemaya yansıması ise ilginç bir şekilde geç kalmıştır. Üst düzey filmlerde siyahiler 21. yüzyılın ikinci on yılına kadar genelde yardımcı rollerdedir. 2012 Oscar Ödülleri’nde Duyguların Rengi’nin (The Help)  birçok dalda aday gösterilişine kadar bu konuda kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Ancak bu tarihten sonra Hollywood’un üst düzey ürünlerinde siyahi başkarakter görünürlüğü belirgin bir şekilde artmıştır. Sinemadaki eşitsizlik konusunda daha önce de birçok itiraz yükselmişse de 2016 yılı başında bu konunun güçlü bir şekilde tartışılmasının (#OscarsSoWhite), 2017 ödüllerinde Ay Işığı’nın (Moonlight) en iyi film seçilmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bu filmin, ilericiliğin bir bileşeni olarak yukarıda andığım cinsel tercih özgürlüğü unsurunu da içerdiği göz önüne alınmalı.

Gelelim Suyun Sesi’ne. Ay Işığı’nın gördüğü ilgide önemli bir pay sahibinin “ırklar” arası eşitlik ve cinsel tercih özgürlüğü taleplerinin sinemaya yansıması olduğunu ileri sürerken benzer bir tezi Suyun Sesi söz konusu olduğunda da savunmak mümkündür. Bence bu film, doğanın tüm unsurlarının eşitliği ile farklıkların bir arada yaşayabilmesini savunma eğiliminin, zamanın ruhunu biçimlendiren iki önemli düşünüş biçimi haline gelmelerinin bir ürünüdür. Bu iddianın gerekçelerini öne sürmeden önce, söz konusu iki kavramı açalım.

Yakın zamanlara kadar insan, doğanın diğer üyeleri karşısında üstün görülürdü ve evrenin insan için var olduğu düşüncesi egemendi. Ancak 1960’lardan beri yaşanan hızlı demokratikleşme ve eşitlik talepleri sürecinde birçok başka alan yanında insan-doğa eşitsizliği konusunda da önemli aşamalar kaydedildi. Özellikle son yıllarda hayvan ve bitkilerin sandığımızdan daha farklı varlıklar olduğunu ortaya koyan bilimsel çalışmalar, insanmerkezli bakış açımızı önemli ölçüde değiştirmeye başladı. (Bu tür çalışmaları takip etmek için üç kitap önerebilirim: Hayvanların Sessiz Dünyası, Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduğunu Anlayacak Kadar Zeki miyiz? ve Bitkilerin Bildikleri). Bu bilimsel gelişmeler bize, hayvan ve bitkileri yeterince tanımadığımızı göstererek, onların birer “makine” ya da insanın hizmetindeki yaratıklar olmayıp, devasa bir ekosistemin eşit değerdeki üyeleri olduğunu göstermeye başladı. Dahası, insanın neden olduğu doğa katliamı ve bunun yol açtığı sorunlar (önce ozon tabakasındaki delinme ve ardından küresel ısınma), bir canlı türü olarak insanın sahip olduğu saygınlığı azaltarak, insanın üstünlüğü tezlerini daha bir sorgulanır hale getirdi.

Aynı süreçte, kentleşmenin ve özellikle gelişen ulaşım ve iletişim araçlarının etkisiyle farklı kültürlerin gittikçe daha fazla bir arada yaşamaya başlaması, kültürler arası eşitsizliğe dair görüşlere karşı itirazları arttırdı. Özellikle gelişmiş ülkelere göç, toplumların gittikçe daha çokkültürlü hale gelmesi gibi bir olgu üretti. Örneğin Türkiye’de 1950’lerden itibaren yaşanan yoğun kentleşme sürecinde kırsal bölgelerden kentlere doğru gerçekleşen büyük göç dalgası, kırsal kesimin daha bir göz önüne çıkmasına yol açtı ve kente yeni gelen bu kişilerin farklı kültürel özelliklerinin “fark edilmesi” sonucunu doğurdu. Daha önce kültürel farklılıkları pek de konu etmeyen Türk dizi ve film sektörü, artık yeni bir tema kazanmıştı ve özellikle 1990’lardan itibaren bu tema sık sık işlenecekti. İmparatorluklar çağında bilerek öne çıkarılan, türdeşleştirici ulus-devletler çağında ise bastırılmaya çalışılan kültürel farklılıkların, yukarıda sayılan nedenlerden ve ulus-devletlerin sorgulanmasından ötürü küreselleşme çağında yeniden göz önüne gelmesi, çokkültürcülük denilen bir düşünüş biçimini ortaya çıkardı. Çokkültürcüler, toplumların kaçınılmaz şekilde çokkültürlü olduğunu ve kültürel farklılıkların desteklenmesi gerektiğini savunmaya başladı. İnsanlar belirli kültürel topluluklar içinde yaşardı ve devlet herkesi ortak bir kültür içinde toplamak yerine bu kültürel toplulukların sahip olduğu farklılıkları korumalıydı. Ancak zamanla çokkültürcülük aşırı bulunup eleştirildi ve farklılıklara saygı duyulması ile bir arada yaşamanın mümkün olduğuna dair daha ılımlı tezler öne çıktı.

Bence Suyun Sesi’nin temellerini, bu iki düşünsel eğilimde aramak mümkündür. Filmde, Amazon Nehri’nde bulunup, incelenmek üzere bir Amerikan laboratuarına getirilen insansı amfibinin (Doug Jones) diğer bütün çalışanlar tarafından bir “nesne” olarak görülürken, konuşma yeteneğini yitirmiş temizlik görevlisi Elisa Esposito’nun (Sally Hawkins) onunla duygudaşlık kuruşunu izlemekteyiz. Dahası, bu iki farklı varlık arasında, içinde cinsel ilişkinin de olduğu bir aşk yaşanır. Bu cinsellik konusu önemli çünkü yönetmen (Guillermo del Toro), iki canlı arasındaki duygudaşlığa cinsellik de katmayı seçerek, Hollywood’un gözde konularından biri olmaya başlayan cinsel tercih özgürlüğüne de değinmiş olmaktadır. Elisa’nın en iyi arkadaşlarından birinin (Giles [Richard Jenkins]) eşcinsel olması ve bu karakter işlenirken karakterin bu yönünün sıkça ön plana çıkarılması, yönetmenin cinsel tercih özgürlüğü temasını vurgulamak isteyişinin bir başka ürünü olarak görülebilir.

Bu noktada yönetmenin farklılıkların bir arada yaşaması konusunda bir çekincesi olduğu da ileri sürülebilir. Çünkü bu insansı varlık her ne kadar hem suda hem de karada yaşayabilen bir amfibiyse de onun asıl yaşam alanı sudur ve insan yaşam alanı onu öldürmektedir. Nitekim filmin sonunda asıl dünyasına geri döner. (Bu anlamda Suyun Sesi, Su Dünyası’yla [Waterworld] karşılaştırılabilir: Buzulların erimesi sonucu dünyayı suların kapladığı bir geleceği betimleyen Su Dünyası’nın amfibi olmaya doğru evrilen bir insan olan başkarakterinin de dünyada sular altında kalmamış bir bölge yani Everest keşfedildiğinde burada kalmayı reddedip suya geri dönmesi ilginçtir).

Bu noktada filmin kötü adamı olan Richard Strickland’ın (Michael Shannon) filmin öne çıkardığı değerlerin tam karşıtı değerleri savunduğunu belirtmek gerek. Strickland farklılıklara karşıdır. Amfibiye her tür acı verici deneyi yapmayı savunur. Onun bir insan olmadığını, insanın Tanrı’nın suretinde yaratıldığını savunur. (Strickland’ın dine yaptığı bu atıf dikkat çekicidir çünkü insan merkezli evren ve tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı görüşleri dinsel görüşlerdir). Elisa’nın farklılığı da onun için bir sorundur; kadının konuşamamasıyla alay eder. Dahası, onun işini hor görür ve kadını bu yüzden sık sık aşağılar. Yeri gelmişken, yönetmenin sınıfsal vurgularının da dikkat çekici olduğunu söylemek gerek: İlerici değerlerin tümüne karşıt oluşu bünyesinde toplayan Strickland orta sınıfa mensup, iyi bir yaşam süren, pahalı araba alarak sınıf atlamaya çalışan bir subayken, amfibiye eziyet etmeyip aksine onu kaçırmaya çalışan iyiler yani Elisa, temizlik görevlisi arkadaşı Zelda Fuller (Octavia Spencer) ve Giles yoksul emekçi ve sanatçılardır. (Sovyet casusu olan doktorun [Robert Hoffstetler] da amfibiye karşı duygudaşlık beslediğini ve onun kaçışına yardımcı olduğu unutulmamalı. Ancak bu demek değil ki yönetmen Sovyetleri övmektedir. Hoffstetler Sovyetlerin ABD projesini başarısızlığa uğratmak için amfibiyi öldürmek istemelerine karşı çıkmakta ve Sovyet ajanlar tarafından öldürülmektedir).

Özetlemek gerekirse Suyun Sesi, Hollywood’un beslendiği düşünüş biçimleri olarak farklılıkların bir arada yaşaması savunusunu, insan-doğa eşitliğini ve cinsel tercih özgürlüğünü birer tema olarak kullanmakta ve filmin başarısında bu temalar etkili olmaktadır (son yılların başarılı dizilerinden olan BoJack Horseman de bence benzer temalar temelinde kurgulanmıştır). Film bunun yanında sınıfsal vurgulara da sahiptir. Ayrıca hem ABD’nin hem de SSCB’nin insansı amfibi konusundaki yaklaşımlarına eleştirel bir tavır almaktadır. Bir aşk hikâyesi olarak görülebilecek olan filmin bu yönleriyle oldukça siyasal bir içeriğe de sahip olduğu söylenebilir. Bu siyasal içeriğin kaynağı ise ilericiliğin günümüzdeki sürümüdür. Hollywood sineması, belirgin bir biçimde ilerici düşünceden beslenmekte, zihniyet değişimine bazı alanlarda hızla bazılarında ise yavaş yavaş uyum göstermektedir. Hollywood’un neden ilerici düşünceden beslenip gerici, reaksiyoner ya da muhafazakâr diyebileceğimiz eğilimlere bünyesinde daha az yer verdiği ise başka bir tartışmanın konusu olabilir.

Diğer Yazılar: Akın Öge
Deli Dolu ya da İtalya Neden Bu Kadar Güzel?
Paolo Virzì’nin daha önce izlediğim filmi, 2013 yapımı Il Capitale Umano (“Beşerî...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir