Roma

Kadınlar Eşittir, Ama Bazı Kadınlar Daha Eşittir

19. yüzyılın İngiliz Edebiyatı’nda bir kadın hareketi başkaldırısı olarak görülebilecek bir roman yazdı Brontë kardeşlerden Charlotte. Ana karakteriyle aynı ada sahip roman, kendi ayakları üzerinde duran, kendine güvenen güçlü bir kadın portresi çiziyordu. Ataerkil toplumda bir inci gibi parlıyordu Jane Eyre. Victorya Dönemi’nin kadınlar hakkındaki tüm düşüncelerini adeta yıkmıştı. Fakat Alfonso Cuarón’un Roma’sında da olduğu gibi her eserin bir zayıf tarafı vardır. Her eserde tavan arasına gizlenmiş gerçekler vardır. Evet Jane Eyre İngiliz feminizmi adına büyük önem taşır. Eserde çizilen kadın portresi güçlüdür, guruludur. Ataerkil toplumun gücüne boyun eğmez. Toplumun arzuladığı angel in the house, evine eşine sadık, çocuk sahibi bir anne kalıbına uymaz. Kadının erkek olmadan da yaşayabileceğini, çocuk doğurmadan da kadın olabileceğini savunur. Buraya kadar her şey güzel. Fakat Jane Eyre’da Brontë’nin hakkını erkeklere yedirmediği aslında sadece İngiliz kadınıdır. Yazar, kitapta ötekileştirilmiş, yabancılaştırılmış diğer kadınların safında durmaz, hatta onlara deli yaftası yapıştırmaktan da geri kalmaz. Bu durum Gayatri Chakravorty Spivak gibi otoritelerce fazlasıyla eleştirilmiştir. Hatta Jane Eyre’da tavan arasına hapsedilen ötekileştirilmiş kadın karakter, Jean Rhys tarafından ele alınmıştır. Rhys, bu karakterin savunucusu olmak adına Wide Sargasso Sea adlı romanını yazar.

Peki tüm bunların Alfonso Cuarón’un “çığır açan” Roma’sıyla ne alakası var? Roma’yı öncelikle tematik olarak incelediğimizde güçlü bir kadın dayanışması görüyoruz. Filmde 20. yüzyılın Meksika’sında erkeklerin düzenine boyun eğmemeye ve ayakta durmaya çalışan kadınların hikayesi anlatılıyor. Hatta öyle ki ana karakterimiz Cleo’nun erkeklerin dahi yapamadığı şeyleri yapan bir kahraman olduğu bile resmediliyor. Duygusal anlamda ne kadar minimalize edilse de Roma’da kadın figürü oldukça güçlü aktarılmış. Fakat bu kadın dayanışmasının tavan arasına gizlenmiş sınıfsal romantizmi beni oldukça rahatsız etti. Kadın dayanışmasını oluşturan tarafların sınıfsal anlamda eşit olmamasıyla, zengin kadını yani iktidar olanı aslında ataerkil toplumla bağdaştırabilmenin yolu açılıyor. Güçsüz olanın güçlü olana ses çıkaramadığı, karşısında hakkını savunamadığı, tıpkı erkekler gibi onun da yardımına muhtaç olduğu bir ortamda feminizm olsa olsa Jane Eyre’deki gibi orta yolcu olur. Yönetmenin eşitsizliği ‘fakirdik ama mutluyduk’ gibi bir anlayışla romantikleştirmesi ne kadar kabul edilebilir emin değilim. Cleo’nun, Adela’nın (evin diğer hizmetçisi) ve Mikstek halkının diğer tüm üyelerinin kimliksiz, hissiz, kimsesiz betimlenmesi ve beyazlara hizmet etmekten mutlu oluyormuş gibi gözükmeleri akla mantığa uygun değil.

Roma’nın tematik ikiyüzlülüğü dışında duygusal anlamda da sınıfta kaldığını söylemek en azından benim açımdan yanlış olmaz. Hangi yönetmene kaç kere selam çakarsa çaksın, duygusal anlamda ön plana çıkması gereken bir konuyu işlerken duyguları minimalize etmek ne kadar doğru emin değilim. Neredeyse hiçbir karakteri doğru düzgün tanıyamadığınız Roma’da kendinizi kimseyle bağdaştıramıyorsunuz. Yönetmenin biçim takıntısının neden olduğu duygusal boşluk Roma’yı adeta mükemmel çekilmiş ruhsuz bir film haline getirmiş. Filmin sonlarına doğru ortaya çıkan dayanışma, yükselme anları dışında filmin içine giremiyorsunuz. Bunun temel nedeni aslında filmin cılız senaryosu. Senaryosunun sıradanlığı ne yazık ki filmin tekniğiyle gizlenmeye çalışılmış.

Kabuldür. Teknik anlamda Roma son zamanların en iyilerinden. Başvurduğu referanslar ya da resmettiği karelerle sinemaya aşık bir adamın elinden çıktığı kesinlikle ortada. Cuarón rüya güzelliğindeki anları kareye yansıtmış. Sanırım zıt kutupların filmi beğenmesi de bununla alakalı. Belki bu anları çocukluğundan kalma müziklerle birleştirse daha çok sevebilirdim. Ama dediğim gibi duyguları açığa çıkaracak hiçbir güç yok filmde.

Roma kimilerince çok özel bulunacak, sevilecek fakat bana hiçbir duyguyu geçiremediği için özel değil, sadece iyi bir film demekle yetineceğim. Umarım siz de benim gibi tam bir buçuk saat boyunca filmin içine girememek gibi bir sorunla karşılaşmazsınız.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Suyun Sesi
Issız bir hayatta sessizlik. Yitip giden zamanın, sessizlik içinde sürükleniyor olması… Epey...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir