Rüya

Döngüsellik ve dönüşüm üzerine… 

23. Uluslararası Adana Film Festivali kapsamında görücüye çıkan Derviş Zaim’in son filmi ‘Rüya’, bilinçle bilinçdışının, fanteziyle gerçeğin birbirine karıştığı, neyin rüya (hatta kâbus) neyin gerçeklik olduğunu anlayamadığımız günümüz dünyasında var olabilme kapasitemizi sorguluyor…

Başarılı oyuncuları ve etkileyici işleyişiyle ‘Rüya’, Sine karakteriyle festivalde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne layık görüldü.

—————————————————————————————————————————————–

Özet*

Sine günümüzdeki mimarlık pratiğinin aldığı biçimden hoşlanmayan genç bir mimardır. Yedi uyuyanlar menkıbesinden (mitinden) hareket ederek mağara biçiminde farklı bir cami modeli tasarlamıştır. Ancak problemler çıkınca inşaat yarım kalır. Stres nedeni ile Sine’de uyku hastalığı baş gösterir. Sine sonunda bir uyku hastalıkları merkezinde tedavi olmayı kabul eder, orada bir düş görür: Düşünde yedi uyuyanlar mitinin içindedir ve olaylara şahit olmaktadır. Rüyadan uyanır, ancak fiziksel ve ruhsal olarak değişmiştir. Etrafındaki kimse ondaki bu değişikliği fark etmez. Sine uyku hastalıkları kliniğine her gidişinde fiziki ve ruhi olarak değişir; her değişimde ise etrafındaki engellere ve kendi meselelerine daha evvel yaptıklarından farklı biçimde yanıt vermeye başlar.

*Rüya filmi resmi sitesinden alıntıdır.

—————————————————————————————————————————————–

Filmde mitolojik sembollerin yerli yerinde kullanıldığı ve detay detay filme yedirildiği sahneler toplumsal ve bireysel bilinçdışımızın karanlıklarına sürüklüyor bizi. Bu minvalde incelendiğinde, filmdeki döngüsel örgünün, bilinçdışının ve mitolojik anlatıların zamansızlığı ile örtüştüğü söylenebilir. Filme adını veren ‘rüya’lar da zamansızdır aslında… Psişenin karanlık ve örtülü tarafını masalsı biçimde önümüze koyar. Bütün bu zamansızlık ve döngüsellik, filmde Sine’nin bilgisayar ekranını gördüğümüz sahnede mitolojik olarak sembolleştirilmiştir. Ekrandaki ‘Uroboros’ (kendi kuyruğunu ısıran yılan ya da ejderha resmi) mitolojik açıdan, ‘yaşamın ve zamanın sürekliliğinin temsili, her şey olan birlik, yerin ve göğün, doğanın ve tinin henüz ayrışmadığı, bilinç̧ öncesi döneme ait, her şeyin içinde yüzdüğü; hem boğucu hem doğurgan olan kaotik bütünlük’ * olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla Derviş Zaim, hem Yedi Uyuyanlar mitinin açıklandığı açılışıyla, hem de Uroboros gibi bilinçdışı sembollerle, biz seyircileri kolektif bilincin ötesine taşıyacağının ipucunu vermiştir.

Filmin içeriğine bir göz atalım… Farklı 4 oyuncunun canlandırdığı Sine karakterinin ilki ve aslında sonuncusu filmin başında gözler önündedir. Bir cinayet teşebbüsü vardır. İlk başta ne olduğu seyirciye anlatılmaz. Aslında film boyunca da açık olarak anlatılmayan (düşler gibi korunan) birçok şey görülür. Daha en başından sonunun belli olduğunu anlayamayız. Yani, başın aslında son olduğunu, yılanın kendi kuyruğunu ısırdığını, film süresince sonradan anlatır Derviş Zaim. Sonra, ilk Sine karakterini görürüz. Bize, Yedi Uyurlar mitini anlatır, onu dönüştürmek istediğini söyler, yönetmenin de görüşte bulunduğu gibi ‘gelenekten esin alarak dönüştürerek devam edebilmek’ yolu ilk kez, Sine karakterinin anlattığı projeyle aydınlanır. Fakat bu proje destek verecek kurum tarafından ‘anlamsız’ karşılanır. Rüyaların herkes tarafından ‘görülmesi’, bir başkasının rüyasına erişebilme imkânı, yorumlanmadıkça işlevsiz kalır ve proje rafa kaldırılır.

Rafa kaldırılan, belki gerçekleşmedikçe, eyleme dökülmedikçe korunan bu rüya projesi, Sine’yi korkutucu bir gerçekliğin içine atar. Kendisini büyüten amcası tarafından mimarlık ofisinde çalışmaya davet edilir. Bu süreç içinde anlarız, Sine’nin köklerini kaybettiğini, annesinden kalan kolyesini ‘sinesinde’ taşıdığını…

Psikanalist Vamık Volkan’ın yas sürecinde tanımladığı, ‘bağlantı nesneleri’ bu durumda önemlidir. Kişi, kaybettiği kişinin bir nesnesini saklar. Bu nesne, kişinin zihninde, kaybedilen kişiyle bir buluşma olanağı sağlayacaktır. İç dünyada yaşanılan kayıp, bu bağlantı nesnesi yardımıyla dış dünyada yaşanmaktadır artık. Yani, dış dünyada somutlaşmıştır. Sine de bu kolyeyi taşıyarak, yasını ve köksüzlüğünü her yere somut olarak taşımaktadır sanki… Yaren’e yardım etmek için oluşturduğu cami projesinde, farkında olmadan düşürür kolyeyi. Çok üzülür, çok arar, fakat kolyenin düşmesi, Sine’nin ‘uykusuzluğunu’ (yani kendini koruyamamasını) ve hayatta kendini dönüştürmesi sürecini de birlikte getirecektir. Sine, düşünde Yedi Uyurlar’a şahit olur. Rüyada (Sine’nin bilinçdışı arzularında), cami projesi ve Yedi Uyurlar projesi birleşmiştir. Yedi kişi Sine’nin yaptığı camide korunmuşlar, orada uyumuşlardır. Amcasının ofisinin, kanuni uygunsuzluklarla temel yapıya uygun olarak yapmadığı ve sonunda yıkılan toplu konut evleri projesinden dolayı evleri yıkılan bu kişileri Sine rüyasında camisinde korumuştur. Bu caminin temeline düşen kolye (anne ile buluşmanın temsili) caminin tavanında şekil bulmuştur. Sine’yi koruyan bu mağaramsı cami, tavanında anne temsili ile hem onu koruyup uyutabilmiş, hem de yardım etmek istediği insanlara bir sığınak olabilmiştir.

Gelenekten esinlenerek dönüşme fikri, Sine aracılığıyla filmde farklı otorite figürlerine sunulur. Fakat farklı farklı Sine karakterlerinin, daha da sorumluluk alarak sunduğu bu fikirle biz, gerçekliğin nasıl parçalanmış olduğunu ve bu parçaların bir araya getirilmesinin rüyanın ötesinde gerçek bir eylemle nasıl zor olduğunu görürüz. Cami, ya eski yapıların birebir aynısı olacaktır ya da yapılmayacaktır. Günümüzde, içinden çıkamadığımız dilemma da bu değil midir? Ya geçmişi hiç değiştirmeden devam etmeye zorlanacağız; geçmişten gelen gelenek ve göreneklerimizi, hatta binalarımızı ne kadar acı verici ve hasarlı olsa da değiştirmeyeceğiz ki ancak öyle kendimizi güvende hissedelim, ya da yenilemek adına her şeyi yıkıp geçmişe tutunmayan yapılar yapacağız… Bu iki parçanın ortası olan ‘geçmişten esinlenerek dönüşmek’ bazı zihinler için geçmişi öldürmeyi simgelediğinden olsa gerek, gerçekleştirilmesi çok zor… Sine’nin kolyeyi taşıması gibi, çoğumuz da eskiyle ve kaybettiklerimizle buluşma umuduyla bazı somut yapılara tutunuyoruz. Keşke bunun dönüşümü, ‘farkında olmadan’ düş(ür)mek yoluyla olmasa… İllaki, dibe vurmak, bu kadar hasarlı iç evlerimizin içinde yok olmak yoluyla olmasa… Kendimizi somut anlamda ya da manevi olarak öldürmeden sözü diriltmek mümkün olsa…

Bahsettiğim parçaların, filmde uyarlanışı görülmeye değer… Sigmund Freud, en bilinen savunma mekanizmalarından olan ‘yansıtma (projeksiyon)’yı şöyle tanımlamıştır; kişi, iç dünyasında kabul etmediği düşünce, arzu ve hisleriyle baş edebilmek için, bunları ‘diğer’ kişiye yansıtır. Böylelikle bu hisler ve arzular bir başka kişide var olur ve ancak böylelikle kabul edilebilir. Sine’nin amcası kendi suçluluk hissiyle baş etmek uğruna, Sine’yi ve Yaren’i ağır biçimde suçlamış, yani kendi suçlu değil onlar suçlu olmuştur. Böylelikle, amca kendini koruyabildiğini sanmıştır. Bu yansıtmalar, filmde somut haliyle, 3D projeksiyon aletiyle vücut bulur. İkinci Sine, oluşturmak istediği iç evini, tüm İstanbul’a yansıtır. Dördüncü Sine, toplu konut projesine dikkat çekmek için yaptığı eylemi boğaza 3D binaları yansıtarak yapar. Öfkeyi dışarıya yansıtır. Fakat amcadan farklı olarak, Sine’nin yansıtmalarında içerdekinin dışarıya çıkarılabilmesi ve görülebilmesi söz konusudur. Bilinçdışı, bilinçle işbirliği içindedir ve içerdekiler, kişiye değil, iki yakayı (parçayı) bağlayan boğaza yapılır. Ve sonunda, uykusuz Sine ile dışarı çıkarabilen Sine aynı çatı altında buluşurlar. İkisi de suç işlemiştir, biri görmezden gelerek biri de öldürmeye teşebbüs ederek… Baş ve ayak aynı yerde buluşmuştur sonunda, bedel ödemeye hazırdır, dürtülerin sorumluluğu alınacaktır… Neyse ki artık iç dünyanın zemini sağlamdır…

İyi seyirler…

Saydam, M.B., Deli Dumrul’un Bilinci, “Türk-İslam Ruhu” Üzerine Bir Kültür Psikolojisi Denemesi, Genişletilmiş İkinci Basım Metis Yayınları

 

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir