Mevkuf Şehrin Dününe Yolculuk: Topkapı

Karikatürlere bile konu olan yabancı eserlerde bize dair bir şey görme arzumuzu tatmin edecek 5 Fingers (1952), From Russia with Love (1963), Murder on the Orient Express (1974), The Accidental Spy (2001), Hitman (2007), Taken 2 (2012), Ghost Rider: Spirit of Vengeance (2012) gibi irili ufaklı onlarca örnek mevcut olsa da bu hususta hiçbir eser Topkapı’nın (1964) eline su dökemez. Topkapı Sarayı’nın hazine bölümündeki bir hançeri çalmak için Türkiye’ye gelen kafadar ekibin macerasını anlatan Topkapı, dört başı mamur bir macera filmi olmanın yanında yağma ve talan öncesi İstanbul’una dair en net görüntüleri barındırması ve ülke insanına yönelik pozitif bakış açısıyla da Topkapı Sarayı’nda sergilenmesi gereken bir hazine statüsündedir.

Öncelikle Topkapı; Mission: Impossible ve Ocean’s serilerinden Blade Runner’a kadar uzanan geniş bir yelpazeye esin kaynağı olan, “ekip iş başında” çerçevesinin kurallarını revize eden, şehir filmlerinin prototiplerinden kabul edilebilecek bir eser olarak her türlü sinemaseveri tatmin edecek nitelikte ve hamasi duygularla “bizi anlattığı için kıymetli” yaklaşımında bulunmak filme haksızlık etme anlamına gelecektir.  Topkapı, finalinde işaret ettiği gibi Moskova’daki Kremlin Sarayı’nda ya da Londra’daki, Pekin’deki, Bağdat’taki bir sarayda, müzede veya kulede geçse bile gücünü büyük ölçüde koruyacak niteliklere sahip olduğundan İstanbul’u mesken tutması filmden ziyade bizim şansımız. Tabi oryantalist Batı izleyicisi için Doğu’nun önemli başkentlerinden İstanbul’u her açıdan görmek, Türk insanıyla tanışmak da büyük nimet; filmin herkes için doğru lokasyonu seçtiğini kabul etmek lazım.

Topkapı, sinemasal açıdan verimli bir eser ve başka filmlere ödünç verdiği fikirlerin haritasını çıkarmak bile oldukça güç: İlk Mission: Impossible (1996) filmindeki meşhur sarkıtma sahnesi (Mission: Impossible’ın aksine Topkapı’daki sahnede herhangi bir müzik kullanılmamıştır.), hem Mission: Impossible hem de Ocean’s serisinin ekip kurarken göz önünde bulundurduğu kriterler ve yarattıkları tiplemeler, Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ın (1998)tesadüflere ilerleyen amatör ekip mantığı doğrudan veya dolaylı olarak Topkapı’yla ilişkilendirilebilir. Tüm bu özel sinemasal bağıntıların yanında Topkapı; soygun filmi, kara film, slapstick komedi ve yolculuk filmleri arasında serbestçe gezinen başarılı bir tür kırması olmayı da başarmıştır. Halüsinatif açılış sahnesinde kartları açık oynayan ve seyirciyle arasındaki duvarı kaldıran film, en iyi yardımcı oyuncu dalında Oscar’a uzanan Peter Ustinov başta olmak üzere Maximilian Schell, Melina Mercouri, Akim Tamiroff, Ahmet Danyal Topatan, Senih Orkan ve Ege Ernart gibi oyuncuların güçlü performanslarıyla herhangi bir anında en ufak tökezleme dahi yaşamıyor. Ustinov’un Arthur Simpson ve Tamiroff’un Aşçı karakterleri filmin eğlence merkezi olurken Topatan, Orkan ve Ernart üçlüsünün çabalarıyla tek boyutlu tipleme olmaktan çıkan polisler filmin gizem ve merak duygusu yaratmasına büyük destek sağlıyor.

Topkapı’yı sinemasal sebepleri dışarıda bırakarak incelediğimizde karşımıza hazine niteliğinde bir “İstanbul filmi” çıkıyor. Topkapı, ilk 15 dakikası –ki bu kısımda da Kavala şehrinin hakkı verilmiştir- ve 1-2 dakikalık kapanış sahnesi dışında tamamen İstanbul’da geçen bir eser ve filmin her karesi tarihi belge niteliğinde. Kumkapı’dan Sirkeci’ye, Beyazıt’tan Sultan Ahmet Meydanı‘na kadar karış karış gezilen tarihi yarımada, Boğaziçi bölgesi, Kadıköy, Eyüp ve Galata çevreleri tek tek ekrana getiriliyor ve her karede o günün İstanbul’una dair önemli ipuçları yakalamak mümkün. Boğaz’ın iki yakasını kaplayan yemyeşil yamaçlar, Ahırkapı’da kurulan ve Roman kültürünün geçit töreni yaptığı festivalin atası sayılabilecek sirk gösterileri, Kapalıçarşı’nın etrafındaki semt pazarları, nemfomanik okumalara açık sahneler eşliğinde uzun uzun gösterilen yağlı güreş müsabakaları, günlük yaşamın bir parçası olan hamallar ve her fırsatta tavla oynayan insanlardan müteşekkil incelikli şehir panoraması, prodüksiyon kalitesinin de etkisiyle büyüleyici bir hal alıyor. Eric Ambler’ın The Light of Day kitabını perdeye uyarlarken Türkiye Cumhuriyeti’ne, ülke insanına ve İstanbul’a dair bütün olumlu duygularını filmin içine enjekte eden yönetmen Jules Dassin, İstanbul’a dair nadide bir eser ortaya çıkartmış.

Maalesef bugünün İstanbul’u dört bir yandan yağmalanmış, ciğerleri sökülmüş, ranta ve modernizme kurban gitmiş bir şehir ve eski haline dair bir şeyler görmek insanda nostaljik duygulardan ziyade kızgınlık ve kırgınlık hissi yaratıyor. Mendil eşliğinde, kâh gülüp kâh ağlayarak bugünü ve geleceği olmayan İstanbul’un dününe yolculuk yapmak isteyenler içinse Topkapı’dan doğru adres yok gibi, cevherlerini işlemek için dışarıya muhtaç bir ülkenin insanları olarak böyle bir eserle karşılaşmamız ise büyük şans, kıymetini bilmek lazım.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir