Bir şehirlinin taşrada tutunabilmesi epey zordur. Havasına, suyuna, kültürüne ve insanına bir türlü ayak uyduramazsınız. Sadece dünyadan değil, aynı zamanda taşradaki insanlardan da izole bir hayata mecbur kalırsınız. Lakin taşranın zorluğu yalnızca şehirliye değil, aynı zamanda orada yaşayanadır. Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun taşrada yaşayan insanların kaderleri birbirine benzerdir; tüm taşralar, orada yaşayan insanlara aynı zorlukları ve sıkıntıları yaşatır, aynı şeylerden mahrum eder her zaman. Taşralının yaşadığı bu mahrumiyeti şehirliler pek bilmez. Hatta çocuksu bir küstahlıkla “koyun gütmeye” güzellemeler yapıp işi romantize bile ederler. Orada yaşayan insanların sıkışıp kalmışlıklarını, kaçamayışlarını fark edemezler ya da görmezden gelirler. Hatta, Çoban Veysel’in şartlara ve durumlara olan ince ve samimi sitemine ‘baş ağrıtma, keyfimizi bozma, demlenmemize ket vurma, git ve taşrada hissettiğin bu sıkışmışlıkları, tutunamayışları başkasına anlat, İnsanın canını kendi dertlerinle sıkma’ demekten beter ederler insanı. İşte böyle bir motivasyona sahip olan küçük yerlerin büyük insanı olmuş bu şahsiyetler kan emici gibidirler, insanlarının etlerinden ve sütlerinden yararlanmayı severler; namuslarına dahi göz dikmeyi ihmal etmezler. Söz konusu o insanların dertleri ve meseleleri olduğu zaman ise konuyu kestirip atmasını iyi bilirler. Fakat ne kadar kötülük yaparsa yapsınlar, otorite ve iktidar olan bu kimseler, paraya ve güce sahip oldukları için her zaman sevilirler. Filmdeki muhtar ve baba karakteri gibi olan nice taşra insanı bu iktidarın boyunduruğu altında kalmaları gerektiğini ve başka çareleri olmadığını, olana bitene göz yumup kaderlerine razı gelmek zorunda olduklarını bilirler. İşte Emin Alper’in Kız Kardeşler’i güce sahip olan iktidar (Doktor Necati) ile güce biat eden ve iktidarın yaptıklarına göz yuman bir baba karakteri (Şevket) arasında sıkışmış üç kız kardeşin hikayesini anlatan, konuyu dramatik sosunu aşırıya kaçırmadan mizahi bir üslupla ele alan, meselesi olduğu halde meselesinden çok muziplikleriyle anılmak isteyen bir film. Peki Emin Alper’in sesi, mesele muziplikler olduğu zaman şen şakrakken, dertlere gelindiği zaman neden cılız çıkmaya başlıyor. İşte buraya yoğunlaşmak lazım…
Emin Alper, Kız Kardeşler ile ‘Türkiye’de taşra’ gibi bir tasvir oluşturmaya çalışmamış. Yönetmenin asıl amacı Türkiye’deki taşranın tasviri değil, dünyanın neresinde olursanız olun taşra insanının yaşayabileceği ortak sıkıntılar. Bu sıkıntılar yukarıda da belirttiğim gibi sıkışmışlık hissi ve nereye, nasıl olursa olsun oradan kaçmaya olan ihtiyaç, özlem. Üç kız kardeşimiz de zamanında babaları tarafından besleme olarak şehre gönderiliyor. Fakat yaptıkları hatalardan, ya da hayat şartlarından dolayı köylerine geri dönmek zorunda kalıyorlar. Fakat bu geri dönüş artık köy gerçeklerini kabul edip köşelerine çekilecekleri anlamına gelmiyor çünkü karakterlerimiz Türkiye’nin taşrasında karşımıza çıkan sessiz, sakin, yerine göre konuşmak zorunda olduğunu bilen ve ataerkil sistemin içinde boğulan kadınlardan değiller. Tam aksine amaçları doğrultusunda ne yapmaları gerektiğini bilen, düşseler de bir şekilde kalkabilecek dirayete sahip güçteler. Bu yönüyle Emin Alper, maalesef –maalesef diyorum çünkü keşke taşrada Emin Alper’in tasvir ettiği şekilde eril düzene boyun eğmeyen güçlü kadınlar olsa, fakat maalesef…- Türkiye taşrasındaki kadınlardan çok daha farklı bir profil çizerek, coğrafya kaderdir meselesini kendince çözmüş. Bu yönüyle yönetmenin tercihlerini eleştirmek zorunda hissediyorum kendimi çünkü böylesine mühim konuları mizahla karışık bir ciddiyetsizlikle ele almak ne kadar doğru bilmiyorum. Kız Kardeşler’in sempatik bir film olabilmesi adına türlü girişimlerde bulununmuş fakat bu girişimler sonucunda, Türkiye’nin toplumsal gerçeklerini mizaha boğarak amacından sapan bir film çıkmış ortaya. Böylesine ciddi konularda mizahı ya ben sevmiyorum ya da gerçekten eğreti duruyor. Kimileri filmin bu yapısına hicivsel bir duruş olarak bakabilir fakat maalesef hiciv ve yergi dediğimiz şey böylesine ciddi konularda farklı yerlere kayabiliyor. Gerçekleri yok sayıp olması gerekeni tasvir etmek bir şeyleri eleştirmek mi oluyor yoksa yok saymak mı, bir düşünmek lazım.
Türkiye taşrasına uygun bir kadın profili çizmeyerek gerçeklere tepenin ardından bakmak, bir nevi gerçeklerin farkında olup onlara pek sokulmamak anlamına geliyor. Büyük kızı besleme olarak gittiği evde eril iktidar tarafından tacize uğruyor fakat Emin Alper ‘evet başlarda zorluydu sonra alışıyor hatta seviyorsun’ diyerek işi biraz mizaha vurmayı tercih ederek cesur bir şekilde riskli bir yola giriyor ve salondaki seyircileri bu yolla güldürmek, yarattığı karakterlerle mest etmek istiyor. Fakat tüm bunların neticesinde eve karnı burnunda gelen bir kadın var. Türkiye’nin neresinde olursanız olun hiçbir baba evlilik dışı ilişkiye giren ve bu ilişkiden bir çocuğu olan kızıyla ki kızının yaptıkları tüm köyde dedikodu malzemesi olduğu halde onunla şakalaşmaz, böylesine içten sohbet etmeye çalışan tatlı hoş bir baba olamaz. Böyle bir gerçek yok. Bir kere Türkiye’nin bazı köylerinde üç kızının olması bile başlı başına utançken baba karakterinin geveze hatta boş boğaz biri olsa da kızları için fedakarlık yapan biri gibi tasvir edilmesi inandırıcılıktan epey uzak geldi. Çünkü bu baba karakteri en büyük kızı besleme olarak gittiği evde tacize uğrayıp karnı burnunda döndükten sonra, Türkiye’deki herhangi cahil babanın düşüneceği şekilde namus, namus diye ortalıkta gezinmiyor. -ki gezinsin demiyorum, bunun yanlış olduğunun ben de farkındayım ama kırsalda cehaletin getirdiği bir durum bu maalesef, ve olması değil olmaması şaşırtıyor artık beni – Aksine taciz eden Doktor Necati’nin paraya güce sahip olduğunu bildiği için ortanca kızını da onun evine yolluyor, yetmiyor en küçük kızını da o eve yerleştirebilmek için elinden geleni yapıyor. Baba karakterimiz tacizin farkında olmasına rağmen iktidar şakşakçılığından bir an bile vazgeçmiyor ve hatta komik de bir karakter olduğu için seyircinin onu sevmesine dahi müsaade ediliyor. Kızlarını en amiyane tabirle pazarlayan adama sempati duymamız için türlü şaklabanlıklar yapılıyor film boyunca.
İktidar olan Doktor Necati’ye iş bulması adına dil döken ve türlü sitemlerde bulunan Çoban Veysel’in gerçeklerine üzüleceğimiz yerde genelde ona gülerek tıpkı Doktor Necati gibi gerçekleri göz ardı edip işimize geleni görmüş oluyoruz. Yönetmenin de amacı zaten bizde bu bakış açısını oluşturmak. Emin Alper, kendisinin canlandırdığı haydut karakteri gibi köyün ve gerçeklerin etrafında dolaşmamızı ama çok da sokulmamamızı istiyor sanki. Hal böyle olunca da işin trajedi kısmıyla değil mizahi kısmıyla karnımızı doyuruyoruz. Filmin son sahnesinde baba karakterinin kızlarına bir masalı anlatmak isteyip –ki Türkiye’nin bazı kırsallarında babalar evlilik dışı ilişkiye giren kızlarına bırak masal anlatmayı, namus cinayeti işleyebiliyorlar “maalesef”- lafa “üç nankör kız kardeşin hikayesini anlatayım mı size” diyerek girip masalı bir türlü anlatmaması, bana ne zaman gerçeklere yönelse mizahi bir hileyle oradan sıyrılmaya çalışan yönetmeni andırıyor.
Gerçeklerin etrafında dolaşılıp, onlara tepenin ardından bakılmasını bir şekilde mazur görsem de üç kız kardeşin karakter olarak içlerinin doldurulmamasını ve aralarındaki ilişkinin yüzeysel gösterilmesini mazur göremiyorum. Filmin mizah sosu buna mani olduğu için kız kardeşleri maalesef gerektiği kadar tanıyamıyor, aralarına giremiyoruz. Haklarında tek bildiğimiz bu köyden ne olursa olsun kaçıp gitmek istedikleri, onun dışında durumların yol açtığı olağan tepkilerle sürüp gidiyor film. Kardeşler arası birliktelik ve çatışmalar birkaç sahne dışında olabildiğince minimum düzeyde tutulmuş, hatta yaşadıkları trajediden dolayı iç dökmelerine bile izin vermemiş Emin Alper. Bunlara yoğunlaşmak yerine, gece yarısı bol komikli bir rakı sofrası ve dili pabuç gibi olan ortanca kardeş Nuran’a odaklanıp güldürmeye, güldürmeye ve güldürmeye çalışmış yönetmen. Ama hakkını vereyim, Nuran karakterini canlandıran Ece Yüksel’in oyunculuğunu epey beğendim. Sadece bana mı öyle geldi bilmiyorum ama Ece’yi Muhteşem Yüzyıl’da oynadığını hatırladığım Selma Ergeç’e aşırı benzettim.
Sonuca vardığımız zaman, taşranın gerçeklerinin mizahi bir dille anlatılması ve buna hicivsel üslup deyip o coğrafyaların acılarının örtülmesi ya da göz ardı edilmesi bana pek doğru gelmiyor. Çünkü toplumsal sorunların aşırıya kaçan bir mizahla sunulması izleyicinin asıl meseleden uzaklaşmasına sebebiyet verebiliyor. Bu noktada Emin Alper’e şerh düşmüş olduk. Sağlık olsun, gene de kalemine sağlık diyelim.