Mert Erez’in yazıp yönettiği “Rehber” adlı kısa film, oğlunun ölümünün ardından uzun yıllardır görmediği memleketine dönen bir babanın, geride kalan eşyalar ve telefon rehberi üzerinden oğlunun izini sürerek onu tanımaya çalışmasını konu ediniyor.
Geçtiğimiz yıl dünya prömiyerini 61. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan film, Ankara Film Festivali, İzmir Film Festivali gibi yurt içi birçok festivalin seçkisine girerek önemli ödüller kazandı. Uluslararası alanda ise, son olarak İngiltere’nin FICIMAD, Amerika’nın MIFF ve Yunanistan’ın KYMATA Film Festivalleri’nden ödüllerle döndü. Filmin festival serüveni, İran’ın en köklü festivallerinden biri olan 42. Tahran Uluslararası Kısa Film Festivali ve 16. Bakü Uluslararası Film Festivali seçkisine dahil edilmesiyle devam ediyor.
Festival sürecinin sonuna yaklaşırken filmin senaristi, ortak yapımcısı ve yönetmeni olarak yer alan Mert Erez’le hem “Rehber”in yaratım ve üretim süreci üzerine hem de filmde öne çıkan bağlar ve aile kavramları üzerine konuştuk.
Bazı soruların başındaki * işareti, filmin akışına ve sürpriz unsurlarına dair bilgiler içermektedir.
Pelin Denizli: Bir hikâyenin “film olma eşiğini” geçtiğini nasıl anlıyorsunuz? Rehber’de bu nasıl gelişti ve fikir nasıl senaryolaştı?
Mert Erez: Bir hikâyenin film olma işi bence biraz sezgisel gelişiyor gibi. Her hikâyeden film olabilir. Senaryo ve kısa film atölyeleri yaptığımda da söylüyorum bunu öğrencilere; her filmden hikâye çıkabilir ama tabii ki bunu bir çatışmaya, bir karaktere, diyaloglandırabileceğiniz belli sahnelere dökmeniz lazım. Hangi hikâyeden daha iyi film çıkar sorusunu kendi adıma biraz sezgi ile karar verdiğimi söyleyebilirim. Yani hoşuma ne gidiyor? Sezgisel olarak ona karar veriyorum. “Rehber”in hikâyesi de şöyle oldu, ben İzmir, Tireli’yim fakat artık orada çok fazla akrabamız kalmadı. Ziyarete gittiğim zaman bir arkadaşımın dükkanında kaldım, otelde de kalabilirdim, başka bir yerde de kalabilirdim ama onlarla vakit geçirebilmek için dükkânda kalmayı tercih ettim. Arkadaşım da çok geç açar dükkânını genelde, ben de dedim ki “Tamam ben kalırım erkenden de açarım dükkanı sen rahat rahat git. Bir tane çekyat var yatarım burada”. Sabah yedi buçuk, sekiz gibi Tire’nin köyünden, şivesini çok zor anlayabildiğim bir teyze geldi. Zar zor da olsa teyzenin bir fotoğraf istediğini anladım. Bir fotoğraf istiyor ve çok erken gelmiş. Kimse Tire’de, öyle bir saatte o dükkâna gelmez. Ne yapacağımı bilemedim ama oğlunun fotoğrafını istediğini anladım. Teyzeye “Dükkânın sahibi yok, sen git, sonra gel” dedim. “Yok ben bekleyeceğim” dedi. Ben de arkadaşımı arayıp bir kadının geldiğini ve beklediğini söyledim. Arkadaşım bir, iki saat sonra geldi. Kadın da gerçekten bekledi. Bir fotoğraf aldı ve gitti. Sonra arkadaşım dedi ki “Tanıyorum ben teyzeyi, o yüzden geldim. Çok ilginç bir hikâye. Geçen hafta oğlu öldü teyzenin, ben gittim, üzerine toprak attım, gömdüm. PlayStation oynarken bir anda telefonum çaldı ve çocuğun telefonda adı yazıyor, aklım çıktı” dedi. “Yani ben çocuğu gömdüm, çocuğun telefonda adı yazıyor, çok korktum” dedi. “Açtım telefonu teyzeydi, oğlum nasıl bir insandı gibi sorular sordu” şeklinde anlattı. Meğerse beklemesinin sebebi de oğluna ait bir fotoğraf varmış. Arkadaşımdan da o fotoğrafı almak istemiş. Zaten kadının yüzünde normal bir durumda olmadığı, bir şey yaşadığı belliydi. Sonra dedim ki “Bu, bir film hikâyesi aslında” yani ölmüş bir insanın arkasından yola çıkarak onun kim olduğunu tanımaya çalışmak, bir film hikâyesi. Ama tabii film olabilmesi için içine biraz kişisel şeyler, biraz hikâyeyi köpürtecek unsurlar, peşine takılacağınız durumlar eklemek gerekiyor. İşte “Rehber”de engellerden bir tanesi de adamın oğlunu hiç tanımıyor olmasıydı. Anneyi, baba yaptım çünkü ben babamı kaybetmiştim. “Babam acaba beni arasa ben ölmüş olsam ne olurdu?”dan yola çıktım. Böyle şeyler sezgisel olarak işin içine dahil olunca “bundan iyi bir film çıkar” cevabını ben kendi adıma almıştım.
“Rehber” bir kısa film. Kısa film olarak çekilmesi nasıl bir etki yaratıyor?
Öncelikle tabii ki ekonomik olarak uzun metraj film çekmek çok zor. “Rehber” bir uzun metraj film konusu da olabilir ki senaryo yarışmasını kazandığımız birçok yer “Bu uzun metraj da olur” geri dönüşünü vermişti bize. Ama tabii ki bir kısa filmin bile şu an bir milyonlara yakın, hatta geçen bütçeleri var. Bunu uzun metraj yapmak istediğinizde bu, doğal olarak yaklaşık on, on iki milyon civarında bir ücrete çıkıyor. Hikâyeyi anlatmak istediğinize de bir karar vermek durumunda kalıyorsunuz. Bu birinci noktası. İkincisi de benim uzun metraj belgeselim var ama uzun metraj bir kurmacam yok. O yüzden bir kısa film daha yapmak istedim. Çok genç yaşlarda da öğrenciyken de çektiğimiz kısa filmlerimiz elbette var ama daha nitelikli bir kısa film yapıp uzuna geçmek istediğim için de bir kısa film daha yapmak istiyordum. “Rehber”i bekletip başka bir şeyi de kısa film yapabilirdim ama elimde fırsat varken bununla ilerlemek istedim açıkçası.
“Rehber”de siz hem senarist, hem yapımcı hem de yönetmen olarak yer alıyorsunuz. Bu kadar katmanlı bir üretim sürecini yürütmek nasıl bir deneyimdi?
Genelde zaten kısa filmlerde biz kendimiz her işi yaptığımız için alışkın oluyoruz. Ama sağ olsun ekip bence çok iyiydi ve çok fazla ortak yapımcımız var; Alican Erkılıç Yormaz, Ece Yörenç, Meryem Sena Metin ve Bilen Bilmen. Hepsi bir şekilde elini taşın altına koydu. İkinci yönetmenimiz de yardımcı yönetmenimiz de beni çok rahatlattığından, o iş paylaşımı benim için sadece sete konsantre olmamı sağladı. Setin dışında tabii bir kısa filmde yapımcılık yapmak zorundasın çünkü kimse bir uzun metraj kadar profesyonel bir set akışı ekonomik şartlardan ötürü gerçekleştiremiyor. Ama bütün ortak yapımcılarım, uygulayıcı yapımcılarım ve set ekibim çok doğru bir şekilde çalıştığımız için ben sete odaklanabildim. Zaten senaryo başından ve sonundan itibaren şekillenen bir şey olduğu için biraz filmin öncesinde kalıyor. Yapımcılık sürecinde de sete başladığımız anda sadece yönetmendim, set öncesi ve set sonrası yapımcılık tarafı da vardı.

Tabii bir de oyuncu kadrosu var. Filmin oyuncu kadrosu güçlü isimlerden oluşuyor. Bu isimlerle bir araya geliş süreci nasıl oldu? Seçim esnasında karakterlere dair aradığınız belirgin fikirleriniz var mıydı?
İlk soruyu şöyle cevaplayayım, daha yazarken Ali karakterine dair kafamda bir tip vardı. Yüzünde acı, pişmanlık görebileceğimiz bazı oyuncu isimleri aklımdan geçti. Onların başında Murat Kılıç geliyordu zaten. Çünkü Murat Kılıç’ın oyunculuk yeteneğinin de dışında fizyolojik olarak da uygun olması önemliydi. Benim kafamda canlanan o baba karakterinin pişmanlığını yansıtıyordu. Oyuncunun Ali’nin hayata karşı yorgunluğunu yansıtmasını istedim. Çok dinç, çok uzun boylu, böyle enerjik gözüken bir adamdan ziyâde daha farklı bir karakter olmalıydı. Murat Kılıç da çok iyi canlandırdı. “Rehber”le Luma Kısa Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü almıştık. Bilen Bilmen, Damla Sönmez ve Ece Yörenç ile jüriydi. Ece Yörenç de orada ortak yapımcımız olmaya karar verdi. Sanat yönetmeni ararken Bilen Bilmen’in ismi geçtiğinde o da hem ortak yapımcı hem sanat yönetmeni oldu. Bilen Bilmen’le “Damla acaba Merve karakteri için oynar mı?” dediğimizde ve Damla’yla konuştuğumuzda kırmadı, kabul etti. Çünkü set İstanbul dışında, insanlar için zor olabiliyor. Sercan Gülbahar, Meltem Berber benim arkadaşlarım ve iyi çok iyi oyuncu olduklarını zaten biliyordum. Alican Erkılıç Yormaz bizim hem ortak yapımcımız hem de kast direktörümüz, onun getirdiği isimler oldu. Kemal Burak Alper’i sağ olsun o tavsiye etti, çok iyi oynadı o da. Birçok isim aklımızdan geçen isimlerdi. Şartlar da tabii onların oynayabilmesi için olumlu oluşmalı. Oyunculuğunun iyi olduğuna kefil olabileceğimiz arkadaşlarımız da işin içine katıldığı zaman bir şekilde kadro tamamlanmış oldu. Oyuncu seçiminde de mesela Meltem Berber’i, yani Ali’nin gelini İpek’i, Merve karakterinde düşünmüştüm. “Acaba olur mu yani Damla’yla bir değişim yapabilir miyiz” diye düşünsem de sonra bu fikir aklıma yatmadı. Filmi izleyince yatmamasının doğru olduğunu, bu halinin daha iyi işlediğini gördüm.
Film, belirli kavramlar etrafında dolaşıyor — bunlardan en belirgini aile. Toplumun en “yakın” olarak tanımladığı bu yapının, aslında ne kadar mesafeli olabileceğini gösteriyorsunuz. Babanın oğlunu neredeyse izleyici kadar tanıdığını söylemek doğru olur mu? İkisinin arasındaki dinamiği nasıl kurguladınız?
Doğru kesinlikle. İzleyici ne biliyorsa hemen hemen aynı şeyi biliyor Ali yani baba da. Yani tabii ki çocukluğunu belki izleyiciye göre daha fazla biliyor ama hemen hemen izleyiciyle aynı bilgiye sahip. O yüzden böyle biraz bir dedektif, bir polisiye filmde seyirci nasıl dedektifle birlikte ilerlerse burada da öyle. Aile meselesine gelecek olursak da ben hikâyeyi Ali’nin çok uzun süredir oğlunu terk etmesi üzerinden kurdum. Oğlunu tanımıyor olması çok doğal bu durumda. Ama babanın hiç arayıp sormamış olmasına karşı zaten bir öfke var orada. Ali’nin oğlunun komşusuna gittiği zaman da komşusunun onunla konuşmuyor olmasının, ona aşağılar gözlerle bakıyor olmasının sebebi bu. Zaten çocuk ölmüş üzerinden de arkadaşının kahvedeki başka bir arkadaşına söylediği gibi belli bir zaman geçmiş, “Geleceğini bilseydik cenazeyi bekletirdik.” diyorlar babaya. Komşu da aynı tavrı takınıyor ya da gittiği insanlar da Ali’ye üstten üstten aslında laf sokuyorlar. “Bir insan oğlunu bırakıp da çekip gider mi?” ya da “Sen hiç tanımıyor musun oğlunu?” diye soruyorlar. Buradaki ana problem, Ali’nin terk edip gitmesinden de ziyade hiç arayıp sormamış olması. Ölümünden de bir hafta sonra gelmiş olması. Yani cenazesine bile gelme gereği duymamış. Vicdani olarak artık hiçbir şey kalmadığı zaman aklamasını yapmaya çalışıyor. Biraz işin kolayına kaçıyor, gelip son görevini bile yapmıyor ve sonunda da belki de yine yapması gereken şeyi yapmıyor. Torununu bulduğunda yine yapması gereken şeyi yapmıyor. Aslında orada görüyoruz ki Ali’nin amacı bir şeye ulaşmak değil. Bütün hayatı bir hiçliğin peşinde geçmiş ve Ali de belki bir şey bulmamayı umuyor. Aile yapısına baktığımızda en yakın olmamız, en iyi birbirimizi tanımamız beklenen o ilişki içerisinde, aslında birbirimizi hiç tanımıyor olmamız bana çekici geliyor. Şu an yazdığım bir uzun metraj var. O da benzer bir konuya sahip. Aynı evin içerisindeyiz, aynı kanı taşıyoruz ama belki de birbirimize dair birçok şeyi bilmiyoruz.
*Çok enteresan hissettirebiliyor bunun üzerine düşünmek. Baba yani Ali, aslında oğlunu, İsa’yı merak etmeye İsa öldükten sonra başlıyor. Cenazesine bile gitmediğini öğreniyoruz. Fakat her şey dindiğinde oğlunu merak ediyor. Bu geç kalmış merak nereden doğuyor?
Geç kalmış merakının sebebi bence aslında merak da değil. O biraz kendi vicdanı. Yani kendini suçluluğunu telafi etme. İş işten geçtikten sonra, bazen şarkının sözünde olduğu gibi “son pişmanlık neye yarar?” Her şey bittikten sonra pişman olabiliriz ya da belki de pişman olduğumuzu zannederiz aslında. Yapabileceği birçok şey varken, hâlâ telafi edebileceği birçok şey varken etmemesinin sebebi de bana o gibi geliyor. Mesela Antalya Altın Portakal’da biri bana şunu sormuştu: “Torununu buluyor ama niye sahip çıkmıyor?” Bu bana şöyle geliyor; toruna sahip çıkacak olan adam zaten yirmi sene boyunca arardı. Ya da toruna sahip çıkacak bir vicdana sahip bir adam zaten terk edip gitmez gibi geliyor. Bir de en çok sorulan şeylerden bir tanesi- o da bununla bağdaşıyor- “İsa niye öldü?” Niye öldüğünün de bir önemi yok. Filmin içindeki soruların bir önemi yok. Kalp krizinden ölmesiyle, trafik kazasından ölmesinin arasında baba yani Ali için hiçbir farkı yok ki. Zaten bir hafta sonra gelmiş. O yüzden de bunuaçıklamıyorum ya da “torununa niye sahip çıkmadı?” sorusunu. Çünkü hayatın akışında bence bu adam için doğru olan torununa sahip çıkmaması. Çıkacak olsa tüm bunları yapmazdı gibi geliyor.
*Ben hiç düşünmedim neden öldü diye, biliyor musunuz?
Festivalde çok fazla bununla ilgili “niye öldü, neden öldüğünü bilmiyoruz?” minvalinde sorular geldi. Beyin kanaması geçirse veya başına başka bir şey gelse ne fark edecek?

*Filmdeki baba-oğul ilişkisinde aslında oğlanın -İsa’nın- babasıyla kurduğu keskin sınırlar karşı tarafa güçlü bir şekilde geçiyor. Fakat filmin sonuna doğru, İsa’nın oğluna babasının adını verdiğini öğreniyoruz. Genelde bu bir sevgi ya da saygı göstergesi olarak düşünülür, oysa “Rehber”de başka bir anlam taşıyor gibi. İsa’nın babasının ismini vermiş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Biraz bu babadan oğula geçen bazı şeyler olur ya ona benziyor. İsa’nın karısı diyor ya “O sorumluluğu hiç almazdı, hiçbir işe dört elle sarılmazdı” diye, Ali’de de aynı şey var aslında. İsa sanki oğlunu, eşini terk edeceğini bildiği için, biraz babadan da intikam alır gibi onun adını koymuş gibi düşündüm aslında orada. Yani nasıl gelişeceğini bildiğin bir şeyin eminliğiyle, biraz bilinçaltından bir yerden ismi koymuş gibi hissettim. Bir yandan da şunu yapıyor, tabii ki o saygı ve sevgiden dolayı da koyarız biz o ismi söylediğiniz gibi fakat bu bahsedilen saygı yok burada, babasına karşı özlem var. Hani o özlemle “belki bir gün babam bunu gördüğünde pişman olur, üzülür” özlemi var. Biraz da bilinçaltında “Bir Ali’yi de ben terk edeyim” düşüncesi var. “Sadece o beni terk etmiş olmasın” gibi bir şey de var. Tabii bunu hiç kimse bilerek yapmaz. İsa da bunu bilerek yapmamış ama ben bence bilinçaltında öyle bir şey gelişmiş.
*Bir başka dikkat çeken unsursa köpek. Yer yer farklı sekanslardan gördüğümüz bir köpek var. En sonunda da zaten İsa’yı en iyi tanıyanın köpek olduğunu görüyoruz. Oysa baba hep insanlardan medet umuyor ve onların peşinden oğlunun izini sürüyor. Köpek sizin için bu filmde nasıl bir anlam ifade ediyor?
Söylediğiniz gibi hep insanın peşindeyiz, Ali biraz da başta köpeği tersliyor. Sonra Rahman’ın sözüyle aslında köpeğin İsa’nın yasını tutup da kapıdan ayrılmadığını anlıyoruz. Yani hiçbir insanın, belki babasının yapmadığı vefayı, köpeğin gösterdiğini görüyoruz. Senaryoda aslında şöyleydi, en sonunda köpek arabaya da biniyordu. Ama biz köpeği bindiremedik. O köpek aslında filmde oynatmayı umduğumuz köpek de değil. Bizim filme getirdiğimiz köpeği oynatamadık. O köpek kaçtı gitti, bir türlü olmadı. O yüzden bu köpeği Allah yolladı, diyorum ben. Murat Kılıç’ın (Ali) geldiği ilk sahneye giren köpek, aslında -bana kalırsa- kadersel bir şekilde oraya geliyor. Sahnede öyle bir şey yok. Gerçekten Murat Kılıç’ı karşılıyor orada ve onu gördükten sonra ben kesmedim ve dedim ki “tamam bu köpekle devam edeceğiz.” Diğer köpek olmamıştı çünkü. Ya köpeksiz çekecektik ya başka bir şekilde köpek bulacaktık. Köpek oraya geldi. Kendisi geldi ve seçti. Ben de orada şunu hissettim, gerçekten bu köpek buraya gönderildi. Köpek de o mahallede falan dayak yiyormuş. Maalesef insanlar tarafından şiddete uğruyormuş. O yüzden biraz da korkuyordu ama yanımıza bir şekilde geldi. Son sahnede de köpeğe yalvarıyordum ben artık “lütfen oyna, lütfen gel” falan diye. Çünkü onun olması lazım bir şekilde ve bizden kaçıyordu. Sette dura dura zamanla alıştı. Son sahnede arabaya bindiremedik, korktu. Sadece ondan feragat ettik. Öyle komik bir durum oldu bizim için. Oradaki anlamı, sen son pişmanlık noktasında insanlardan hiçbir şey alamayacaksın belki ama hayat da böyle bir şey. Senin hiç beklemediğin yerden, senin terslediğin yüzüne bile bakmadığın bir yerden, en büyük vefanın -senin bile göstermediğin vefanın- oradan geldiğini görüp ağlamaya başlayabilirsin sonunda.
Peki bundan sonraki projeniz belli mi? Neler yapmayı planlıyorsunuz?
Uzun metraj kurmacaya geçmeyi düşünüyorum. Şu an halihazırda yazım sürecinde olduğum iki film var. Eğer gerçekleştirebileceğim şartlar, olanaklar ortaya çıkarsa artık kısa filmden ziyade uzun metraj ilk filmimi gerçekleştirmek istiyorum. Onun dışında ben futbola da hem yazar olarak hem yönetmen olarak çok ilgiliyim. Futbolla ilgili belgeseller de üretiyorum. Şu an bir futbol belgeseli yapıyorum. Bu işi biraz sinemadan ayrı tutup -hobi olarak da futbolu sevdiğim için de- kenardan köşeden devam edebilirim. Sanki futbolla ilgili bir içerik bir şey yapmak tarafında olacağım gibi de geliyor. Ama bu tip festival filmleri ağırlıklı uzun metraj işler yapmak istiyorum. Onun dışında dizi senaryoları da yazmaya çalışıyorum.
