Baştan belirteyim, Mahsun Kırmızıgül’ün son filmi veya sinemasıyla ilgili bir yazı değil, o kısma dair bir şeyler duymak isteyenler burada bırakabilirler. Bir de onyüzbinmilyon kez kasılan duyarları atlıyorum çünkü bir an önce Mahsun’a geçmem lazım, bu arada ön adıyla hitap edilmesine kızmayacak kadar başkalaşmamıştır umarım çünkü biz Kürtler İbrahim’e İbo, Abdullah’a Apo diyecek kadar samimiyiz, ups duyar alert. Filmlerini es geçip kendisine odaklanmamın sebebi ise, Kürtleri temsil ettiğini, anlattığını veya savunduğunu iddia edenler içerisinde en çok kendisine kızıyor olmamdır. Bu kızgınlığın sebebi ise Kürdistan hayaline sahip olup olmaması veya Türk gözüyle olaya bakması değil, evrensel bir amacın, geçer akçenin peşinde olmasıdır.
O malum gece herkesin hafızasındadır, şu an saçma sapan şarkıların cirit attığı bir kanal olarak bir zamanlar nasıl bu kadar şaşalı olduğunu hala idrak edemediğim malum kanalın ödül töreninde Ahmet Kaya’nın uğradığı linç, hala bir utanç vesikası olarak öylece durmaktadır. O geceki linç doğaçlama gelişen bir husus değildi, bilinçli ve güdüleyici çabaların sonucuydu; parçası olan aktörler de sadece Türklerden oluşmuyordu. Çok renkli bu kadroyu Serdar Ortaç- Mahsun Kırmızıgül’e indirgemek sağlıklı değil biliyorum ama konjonktür gereği olayı Mahsun’un, Türkiye’nin Spielberg’ünün üzerinden ele alacağım. Ha Serdar Ortaç demişken, adam pişmanlığını defalarca dile getirdi, hata yaptığını kabul etti; durum hiç yaşanmamış gibi davranan onca yüzsüz varken Serdar Ortaç’ı günah keçisi ilan etmek sağlıklı değil, içimi bu konuda da dökmüş olayım. Orada başka Kürtler de vardı ama Mahsun’u hedef seçiyorum çünkü hiçbiri onun kadar riyakâr olamadı, 10. Yıl Marşı okunurken ayağa kalkıp çılgınlar gibi alkışlamadaki ve marşa eşlik etmedeki performansıyla riyakârlığın Oscar’ını daha sinemaya adım atmadan hak etmişti zaten.
Evet, Mahsun’un o günkü davranışı basit bir tavır değildi; linçin kendisi gibi planlı, ölçülü ve ödülü olan bir davranıştı. Hele Ahmet Kaya’ya karşı yapmış olması, yine Ahmet Kaya’nın deyimiyle, “Türkiye’nin devletleşmiş Kürtleri, Mahsun Kırmızıgülleri, İbrahim Tatlısesleri varsa Kürtlerin de Ahmet Kaya’sı vardır.” gerçeğinin bir tezahürü olarak daha bir anlam kazandırıyor o günkü duruşuna, ya da duruşsuzluğuna. Mahsun cici Kürt’tü ne de olsa, bir Kürt’ün devletleşip Türkleştiği ölçüde muteber olacağının ifadesiydi mevcudiyeti, Ahmet Kaya’nın karşı kutbuydu bir nevi. Ona bahşedilen kariyerin ve özgürlüğün sebebi, meydanlarda bakın ben de Kürt’üm cümlesinin devlet eliyle teşvik edilen versiyonuna uymasıydı, tıpkı son yıllarda hatırladığı Kürtlüğünün açılım ile başlayan sürece uygun olması gibi. Sözün özü, şarkıcı Mahsun Kırmızıgül’ün Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatanları alkışlaması konjonktür gereği ne kadar doğruysa, yönetmen Mahsun Kırmızıgül’ün Kürt olduğunu hatırlayıp Kürdistan’ı kendine mesel edinmesi o kadar doğru çünkü durumdan vazife çıkarmak bunu gerektirir. Şunu belirteyim, eğer bugün de o günkü tavrını koruyor olsaydı rahatsız olmazdım, yine saygı duymayabilirdim ama tutumunun arkasında olduğu için takdir edebilirdim; eski bir prestijci olarak yeni prestijlerin Kürdistan’dan geçtiğini bilecek kadar kurnaz ve riyakar olmasını, tamam riyakar kelimesini daha fazla kullanmayacağım yoksa darbe kelimesi gibi içi boşalacak, içime sindiremiyorum sadece. Bu tavrının kendisine yeni kapılar açtığı ise gün gibi ortada, yalnız bu kapıları açarken oluşturduğu Kürdistan ve Kürt algısı, devletleşmiş bir Kürt’ün elinden çıkmış olduğundan sıkıntı arz ediyor, kendisi için değil tabi.
Mahsun’un sinemasında parlatmaya çalıştığı Kürt imajı oryantalist temellere sahip; başta Türkler olmak üzere diğer unsurlar için hazmı kolaylaştırıcı, suya sabuna dokunmayan cinsten: Bilgisiz ama erdemli, kültürüne ve geleneklerine bağlı, inandığının peşinde koşacak kadar inatçı, saygılı ve misafirperver gibi mücerret nitelemelerle dolu, tanısanız seversinizci bir Kürt toplumu portresi. Bir Alman’ın Türkleri anlatmak için kullanacağı sıfatları, Kürtleri Türklere anlatmak için kullanıyor, bunu niçin yaptığını tam olarak bilemesek de sonuçlarının ne olduğunu biliyoruz maalesef. Mahsun’a galalarda alkış, bizlere kahır! Biz Kürtlerin bir kısmı Mahsun gibilerinden mucize beklemediğimizden rahatız, gölge etmezse başka ihsan istemeyiz ama Ahmet Kaya ile yüzleşmeden Kürtleri temsil edemeyeceğini her fırsatta dile getirmekten de kaçınmayacağımızı da idrak etmesi gerekiyor.
Mahsun Kırmızıgül için ilk ve en büyük samimiyet testi bahsettiğimiz Ahmet Kaya olayıydı, bugünlerde ikinci ve bir gün mutlaka yüzleşeceği bir testten daha geçiyor kendisi. Roboski’yle başlayıp Rojava ve Kobane’ye ulaşan bir realite de var, her şey güllük gülistanlık değil Kürdistan coğrafyası için. O gün Ahmet Kaya’nın masasına oturmayıp nasıl alkış tuttuysa Mahsun, bugün de Kobane’nin yanına gitmeyip “Mucize” ile alkış tutmaya çalışıyor zulme; insanları Roboski’de parçalanan canlara, yakılan ağıtlara götürmesi gerekirken, yaşananları maskeleyecek alternatif bir zamana, darbe gölgesindeki 1960’lara götürüyor. O gün 10. Yıl Marşı’nı haykırarak Ahmet Kaya’nın Kürtçe şarkı isteğine nasıl karşı çıktıysa, bugün de yaktığımız ağıtları bastırıyor son filmiyle. Kendisini Kazakistan’dan Irak’a kadar kabul görmüş bir Diyarbakırlı olarak niteleyen Mahsun Kırmızıgül’ün bu olayları neden teğet geçtiğini anlatmasını gerektiren günler de gelecektir elbet.
Kızgınlığımdan doğru düzgün cümle kuramayacak noktaya geldiğimden daha fazla uzatmak istemiyorum, Mahsun Kırmızıgül Türkiye’nin Spielberg’ü, Chaplin’i, Cameron’ı olabilir ama Kürdistan’ın anlatıcısı veya savunucusu olamayacaktır asla. Kendisinden mucize bekleyenlere ise sözüm yok; galalara, sinema salonlarına doluşup sevgili Mahsun Kırmızıgüllerini alkışlarla ağlattıktan sonra iltifata ve paraya boğabilirler. Seçim yapmak iyidir ne de olsa.