Ara Pası

Devamlılık konusunda ufak tefek sıkıntılar yaşayan biri olduğumdan, yaklaşık 3 yıl önce başlattığım serinin dördüncü yazısıyla huzurlarınızdayım efendim. Eh, geç olsun, güç olmasın diyen atalarımız bile bu kadar kötü bir performansı öngörmemişlerdir muhtemelen ama “şartlar” böylesini gerektirdi. Hem vizyon takvimini ve küçük sinema gündemimizi meşgul eden hadiselere hem de kişisel sinema yolculuğumda karşıma çıkan duraklara kısaca değineceğim yazı dizisinin beşincisi ne zaman gelir, bilinmez ama şimdilik, yeni başlangıç için vira bismillah diyelim.

* Spielberg’in son oyuncağı Ready Player One, bütün anlamsızlığının ve olmamışlığının yanında, çok önemli bir işleve sahip: Kapitalizmi kutsama. Düşünün ki, filmin kötü adamı “Dünyanın en büyük İKİNCİ teknolojik şirketi ve onun başındaki kişi”. Çöplüğü andıran banliyölerde yaşayan, köle gibi çalıştıkları gerçek hayatlarında bütün kazandıklarını “öldükleri takdirde tüm yatırımlarını kaybedecekleri” bir oyuna harcayan ve kaybettiklerinde intihar eden insanların olduğu 2047 Dünya’sında, mevzubahis oyunu ve mevcut adaletsizliği yaratan en büyük şirket ve Steve Jobs’la kıyaslanan sahibi, “popüler kültürün içinden yetiştiği için” iyi adam oluyor. Ve köleleşen insanlar da, “popüler kültür ürünlerini sevmeyen ikinci şirketin sahibi, birinci şirketi eline geçirirse halimiz nice olur” diyerek en büyük şirketi korumak için göz kanatan bir mücadeleye tutuşuyorlar. Monty Python’a rahmet okutan finaldeki polis sahnesi hariç, onca silahlı çatışmaya, kovalamacaya rağmen bir iktidar belirtisi sunmayan, insanların nasıl bir yönetim altında olduklarını bilerek ve isteyerek maskeleyen Spielberg’in bu çabasına ancak şapka çıkartılır; kapitalizm, kapitalizm olalı böyle kutsama görmemiştir.

* Malumunuz, sinemaseverlerin bayramlarından olan İstanbul Film Festivali günlerindeyiz ama bu bayram, artık işçi sınıfını -hadi, ideolojik anlamları bertaraf etmek için “çalışan kesim” diyelim- pek sevmeyen bir bayram. Spielberg’in Ready Player One filmini 36 saat önceden göstereceği için 40 lira isteyen, çalışan kesimin gidebileceği tek vakit dilimi olan hafta içi 19.00 ve 21.30 seansları ile hafta sonu seanslarının tamamını, Türkiye gişe fiyat ortalamasının, hatta İstanbul ortalamasının kat be kat üstünde bir fiyata, 22 liraya satan bir kültür ve sanat vakfının neden böyle politika izlediğini anlamak için, kendilerinin festivallere nasıl baktıklarını bilmekte yarar var. Sözü, İKSV’nin Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı’na bırakalım, birkaç yıl önce yaptığı konuşmadan satırbaşlarını uzun uzadıya aktarıyorum ki tablo netleşsin:

– “2011’de düzenlediğimiz etkinlikleri 400 bini aşkın kişi izledi. Bunlar arasında 10 bin yabancı vardı. Etkinliklerin düzenlendiği bölgelerde katılımcılar bilet dışında (konaklama, yeme-içme vb.) 17.3 milyon lira harcadı.”

– “2011’deki etkinliklerimizin tetiklediği doğrudan ve dolaylı harcamaların toplamı 38.3 milyon lirayı buldu. Bunun ekonomi genelinde yarattığı ek gayrisafi katma değer ise 31.7 milyon lira oldu. Özetle İKSV’nin 2011’deki etkinliklerinin yarattığı ekonomik etki 70 milyon liraya ulaştı.”

– “İKSV, 2011’de 2 milyon liralık kamusal destek aldı. Buna karşılık kamuya doğrudan aktardığımız vergi 4.7 milyon lira oldu. Etkinliklerimizi izleyenlerin bilet dışı harcamalarından elde edilen KDV geliri de 2 milyon lirayı aştı. Yani, kamu desteğinden çok fazla vergi geliri yarattık.”

– “Hükümet, Türkiye’nin 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat, 2 trilyon dolarlık milli gelir, 25 bin dolarlık kişi başına gelirle dünyada ilk 10 ekonomi arasına girmesini, yani süper lige çıkmasını hedefliyor. Biz, Türkiye’nin kültür ve sanatta süper lige çıkma hedefinin eksik kaldığını görüyoruz.”

Bülent Eczacıbaşı’nın da etraflıca anlattığı gibi, İKSV, bir vakıftan ziyade şirket; onlar için ekonomi de, kültür ve sanat kadar önemli, belki de daha önemli.

* Sinema yazarları, kültür ve sanat alanında, ülkemizin en tuzu kuru kesimi olabilir. Birkaç kişi dışında kimse hayatını sinema yazarak kazanmıyor, herkesin başka bir işi var, ya da işsiziz. Hayatını kazanmayı geçtim, kimse kimseye telif bile ödemiyor, nerdeyse herkes, gönüllü yazar; ödeyenlerin verdikleri ücret de yazı yazarken içilen kahvelerin parasını bile zor karşılıyor fakat bu korkunç tablonun yarattığı, harika bir durum da var: Kovulacak bir işin, henüz taksiti bitmeyen evin olmaması. Kimselere nasip olmayacak bir konfor alanı aslında; gördüğümüz her yanlışı, düzeltilmesi gereken her sorunu yüksek sesle dile getirebiliriz, çünkü ne kimseye gebeyiz ne de sinemanın kendisi ve seyirci dışındakilere karşı sorumluyuz. Yine de, bu konfora rağmen, en çekingen ve kafasını kuma gömen kesim de sinema yazarları olabilir. Sinema dünyasındaki cereyan eden tatsız ve hakkaniyetsiz olaylar karşısında ya dost selamı hatırına ya da akreditasyon uğruna (Tunca Arslan ben miyim yoksa?) sessiz kalıyoruz; kaybedecek bir şey olmamasına rağmen gördüğümüzü çalmıyoruz. Ahmet Şık övmek, Ken Loach güzellemek hoş ama şu şartlarda bile bu denli “kralcı” olmanın izahı yok.

* İçimde kalmasın: Alex Garland, yönetmen değil de iş adamı olsaydı, Maldivler’de Ebu Eyyub El Ensari adında tatil köyü açıp Türklere satan Jet Fadıl olurdu.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir