30 yıl aradan sonra Mad Max serisi de yıllar önce bittiği halde devamının yapılmasına karar verilen seriler kervanına katıldı. Serinin son filmi 1985 yılında çekildiğinde Mad Max kendine ait bir hayran kitlesine sahip olmuştu artık. Konu itibari ile, her ne kadar tarih vermese de, gelecekteki bir zamanda yaşanacak bir kıyamet senaryosu üzerine kurulu, arabalar ve yollarla ilgili bir aksiyon serisiydi. Bilinen kıyamet senaryosu filmlerinin arasında özgün öyküsüyle ve dünyanın ilk kez tanıdığı bir yüzle kendine ait bir yer edindi. Mad Max: Fury Road, bu serinin devamı için çekilen ilk film, iki film için daha senaryonun hazır olduğunu yönetmen George Miller serinin hayranlarına müjdelemişti.
Max’in bir takip sahnesinde yakalanması ile başlayıp bütün film boyunca süren, aksiyonun çok nadiren azaldığı bir takip hikayesi izliyoruz. Max, kendisine ait bir bölge yaratmış olan ve bu bölgede tanrı gibi görülen Immorten Joe’nun savaşçıları tarafından yakalanıyor. Sonrasında bu küçük krallığın iç mücadeleleri sonucu başlayan uzun ve acımasız bir takibin içerisinde buluyor kendini. Filme dair ip uçları vermemek adına ayrıntıya girmekten kaçınıyorum. Ancak hem duygusal açıdan hem de mizahi açıdan çıtayı yalnızca kullanılan yeni figürlerle değil, aynı zamanda metin içeriğiyle de yükseltmiş.
Kast seçiminin çok iyi yapıldığı bu yeni seride Max karakterini Mel Gibson’dan, Tom Hardy devralıyor. Max karakterinin çizgileri bu yeni filmde daha belirgin, daha keskin. Tom Hardy’nin canlandırdığı yeni Max, daha nevrotik, daha depresif ve daha kaotik. Kabuslarla ve sanrılarla mücadele eden, özellikle de ailesinin kaybıyla ilgili suçluluk hissinin altında ezilen bir adam. Hatta o kadar karmaşık bir haldeki, bazı tepkilerinin sebeplerini anlamakta zorluk çekiyorsunuz ve anlam veremiyorsunuz. Mel Gibson’ın canlandırdığı Max karakteri, bu yeni Max karşısında sadece görmüş geçirmiş bir adam gibi kalıyor. Davranışsal olarak baktığınızda serinin ilk 3 filminde Max’in davranışları normaldir, psikolojik olarak sorunlu hallerini pek görmezsiniz. Halbuki düşman karakterlerinin anlam veremediğiniz davranışları ve psikopatça tavırları vardır. Fakat bu sefer Max, gerçekten çıldırmış durumda. Amiyane tabiriyle Max, bu sefer tamamen kafayı kırmış.
Filmin kast seçimindeki başarı yalnızca Tom Hardy ile sınırlı değil. Imperator Furiosa karakterinde Charlize Theron, kusursuz bir oyunculuk sergilemiş. Çok güçlü bir karakter olan Furiosa, geçmişine ve atalarına bağlı, doğru olanı yapmak üzere zor durumlarda kalmayı göze alabilen, riske girebilen bir karakter. Üçüncü filmde Tina Turner ile seriye feminist ruh ve güçlü kadın profilini dahil edilmişti ama Furiosa, bunu bambaşka bir boyuta taşımış. Güçlü bir kadından daha öte, mücadelesi ve hüznüyle de ön plana çıkıyor. Hatta Furiosa’nın hikayesi zaman zaman Max’in önüne geçiyor. Özellikle de hüznü, Max’in sanrılarıyla başabaş yarışıyor. Devil’s Advocate, Sweet November ve daha birçok film ile izlemekten herkesin mutlu olduğu Charlize Theron, kariyerine en özgün ve başarılı rollerinden birisini ekliyor.
Immortan Joe rolünde, serinin 1979 yapımı ilk filminde izlediğimiz, Toecutter karakterinin davranışlarını sıra dışı bir psikolojiye büründürerek oynayan Hugh Keays-Byrne ile kötü adam rolünde tekrar karşılaşıyoruz. Kostüm başarısının eseri mi yoksa belki de tek hatası mı diye uzun uzun düşündüren o maskesi sebebiyle yüzünü göremesek ve sesini duyamasak da, başarılı bir kötü adam oluyor. Ben yine de, serinin ilk filmindeki fantastik oyunculuğunu izleyebilmek adına kendisinin hem sesini hem de yüzünü görebilmeyi, tercih ederdim. Savaşçı Nux rolünde Nicholas Hoult ise, karakterinin mizahi tarafı ki özellikle “What a lovely day” repliği ve başarısıyla uzun bir süre akıllarda yer edecektir.
Fury Road filminin en önemli özelliklerinden birisi, izlediğiniz aksiyon sahnelerinin hepsini gerçekten havaya uçan ve parçalanan arabalarla çekilmiş olması. Yönetmen George Miller, CGI teknolojisini kullanmaktan özellikle kaçınmış. Kendisinin, hiçbir bilgisayar efektinin gerçekten havaya uçan bir arabanın verdiği havayı veremediği yönündeki yaklaşımı, serinin ilk 3 filminde bulunamayan bütçenin de bulunmasıyla ortaya bu muazzam aksiyon patlamasını çıkarmış. Bu durum filmin arka tarafında ne kadar büyük emekler olduğunu ve ne kadar özel bir film izlediğini izleyiciye hatırlatmalı. Mad Max serisinden sonra uzun yıllar büyük başarıları olmayan George Miller’ın, yüksek bütçeleri bulabilseydi bunca yıl neler yapabileceğini şöyle bir düşününce, gözden kaçırılmış bir değer olduğuyla da yüzleşmemiz gerekiyor.
Yarattığı bu yeni dünya ile Mad Max karakterini sinemaya kazandıran George Miller, hem kurgunun oluşturduğu etkiyle hem de Junkie XL tarafından bestelenen müziklerin katkısıyla, temposu hiç düşmeyen, yüksek tansiyonlu bir aksiyon operası hazırlamış. Ölen karakterlerin ölmeden hemen önce yüzlerinin gösterildiği sahneler, Mad Max filmlerine özel bir ölüm şekli gibi duruyor artık. Serinin ilk filminde gördüğümüz (her ne kadar ikinci ve üçüncü filmde olmasa da) karga metaforu yine bu filmde de kötü adamlara ve kötüye giden dünya düzenine dair bir simge olarak yerleştirilmiş. Kendi rock müzisyenlerini ve amfilerini bir konser aracıyla yanlarında taşımaları fikri hem mizahı olarak çok başarılı hem de film müzikleri üretmek konusunda çok orijinal bir fikir. Özellikle de davulların ritmi, ritmi olan bir film yaratmış. İlk 3 filmde yer alan rock’n roll temasını da herhalde ancak bu kadar yükseltebilirlerdi.
Neticede, Mad Max: Fury Road, feminist teması; ekoloji, dini inançlar ve nükleer savaş gibi konuları ile Mad Max serisinin daha önceki filmlerinde olduğu gibi derdi olan bir film olmakla birlikte, olabilecek en yüksek seviyedeki aksiyon ve adrenaliniyle serinin hayranları için olabilecek en iyi devam filmi. Mad Max serisinin hak ettiği bütçe bulununca aksiyonu abartmışlar gibi duruyor olabilir, ama bu serinin hakkıydı. Bu filmle çıtayı bu kadar yükseklere çıkması ise, senaryosunun hazır olduğu söylenen sonraki iki filmde bizi nelerin beklediği konusunda meraklanmak için fazlasıyla yeterli.