Sinemada bazı yönetmenler vardır, filmlerini izlediğinizde birkaç noktasından yakalarsınız ya da direk kendini belli eder, bu o yönetmenin filmi diye size seslenir. İşte o yönetmenlerden birisi de kuşkusuz Luis Bunuel’dir. Bunuel sineması farklı türlerde ve akımlarda farklı izler bıraksa da kendisi genel itibariyle İspanya tarihinin en büyük, Dünya sinemasının ise en önemli gerçeküstücü yönetmenlerinden birisidir. Fakat kaderin cilvesinden midir bilinmez İspanya tarihinin en önemli yönetmeni filmlerinin çoğunu Fransa ya da Meksika’da çekmiştir. Bunun sebebi tabi ki dönemin baskıcı Franco yönetimiydi. Bunuel’in kariyerinde bu denli zorluklar olmasına rağmen dünya sinemasına kült eserler bırakması onun yerini daha da yüceltiyor. Dönemin, yaşamın bile belirsiz olduğu, İspanya’sında film çekmek biraz deli işiydi diyebiliriz. Ama Bunuel’i farklı kılan zaten yaptığı bu deli işler ve çoğu filminde kadraja aldığı burjuvazi davası
Kariyerine birçok sinemacıya göre daha geç yaşta başlayan Bunuel, yaşamının çoğunu sürgünde geçirdi. Bu konuyla alakalı “Eğer iç savaş sırasında İspanya’dan kaçmasaydım. Un chien Andalouve L’Age d’or Las Hardes’i çeken umut vaat eden yönetmen olarak anılacakken Franco güçleri tarafından vurulan İspanyol yönetmen olarak anımsanacaktım” demiştir.
Luis Bunuel’in kariyerine, Fransa’da Salvador Dali ile beraber hazırladığı, Un Chien Andalou(Bir Endülüs Köpeği) kısa metrajlı filmi ile başladı. Bu film kendisinin gerçeküstücü gruba katılmasını sağladı. L’Age d’or (1930) ile özgünlüğünü bir kez daha kanıtlarken, aşırı sağcıların filmin gösterildiği salona saldırması ve yetkililerce filmin yasaklanması büyük bir skandala sebep oldu. Fakat kariyerine başladığı bu iki film zamanla, dönemin cinselliğe ve imgelemi bastıran toplumsal tiranlığına, öfkeli bir saldırıyla sürrealizmin kabulünü getirdi. Jean Vigo’nun Un chien Andalou hakkında “Endülüs Köpeği’ne dikkat edin ısırır” demesi gibi.
Kariyeri sürekli Meksika, Fransa ve İspanya arasında mekik dokurken, bu süreçte birçok film çekti. Ülkesinden uzun bir süre ayrı kaldıktan sonra, dönemin önemli film yapımcılarından biri olan Gustavo Alatriste, Bunuel’i İspanya’da bir film çekmesi için uzun süren uğraşlar sonunda ikna etti. Bunun üzerine Bunuel burada Viridiana’nın senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptı. Fakat yine baskı ve faşizm kendini gösterdi. Film, içinde barındırdığı kilise karşıtı öğeler nedeniyle İspanya’da büyük tepkilere yol açtı ve ülkede gösterimi yasaklandı. Hatta negatiflerinin yok edilmesi için emir de verildi. Son anda filmin kopyalarının Paris’e gönderilmesi bu durumun da önüne geçerek filmin ortadan yok olmasını engellemiş oldu. Bu süreçten sonra yine Fransa’da ve Meksika’da birçok filme imza attı ve Mexico City’de hayata gözlerini yumdu.
Filmlerinden ise 1962 yapımı, El Ángel Exterminador’dan bahsetmeyi tercih ettim. Film bir davet üzerine, arkadaşlarının evine yemeğe giden bir grup seçkin insanın yemeğin yenildiği salondan çıkamamasını konu alıyor. Filmde yemek saatinin yaklaşmasına doğru evin hizmetçileri, nedeni belli olmayan bir huzursuzlukla evi terk etmeye başlarlar. Evde yemek başladığında hizmetçi olarak, yardımcı Julio dışında kimse kalmamış olacaktır. Yemek bittikten sonra saatler geçer fakat bu gruptan kimse evden ayrılmaya niyetli değildir. Bu durumu başta şaşkınlıkla karşılayan ev sahipleri, daha sonra durumu kabul ederek misafirleri ağırlamaya devam ederler. Herkes evin salonunda uyumaktadır. Sabah olduğunda ise misafirler, salondan ayrılmak istemediklerini değil, aslında ayrılamadıklarını fark ederler. Son kalan evin kahyası da servis için evin salonuna girip salondan çıkamayınca trajikomik bir kaos başlar. Günler geçtikçe aç ve susuz kalırlar, pis kokmaya başlarlar. Su ihtiyaçları için evin duvarlarını delip su borularını patlatırlar. Bu olaylar yaşanırken, yaşlı ve hasta olan bir misafir de evin salonunda ölmüştür. Misafirlerin evden çıkamamasının yanında, bu grubun yakınları ve bir grup polis de mahsur kaldıkları köşkün önünde bir kalabalık oluşturur. İçeride olanları merak etmektedirler. Evin içerisinden gelen pis kokular tüm mahalleyi sarmıştır. Fakat işin ilginci aynı sorundan onlar da muzdariptir. Köşkün bahçesinden yine sebebi belirsiz bir şekilde geçememektedirler. Olaylar artık kontrol edilemez bir hal almıştır. Evin içerisinde kavgalar çıkmaya başlar ve sonunda bunların sorumlusunun bir kişi olması gerektiğine ve eğer o sorumlu kişiyi öldürürlerse evden çıkabileceklerine inanırlar. Sorumluyu ev sahibi olarak görürler ve öldürme konusunda tartışmalar yaşanırken aralarından birisi eve geldikleri ilk sırada yaşadığı diyalogları tekrar ederlerse, salondan çıkabilecekleri inancıyla ortaya bir fikir atar. Bu fikir sonuca ulaşır ve salondan çıkmayı başarırlar.
Filmde burjuvaziyi eleştiren Bunuel, yaşamında seçkin bir insan edasıyla hareket etmeye çalışan, bu burjuva topluluğun, iç yüzlerini ve çirkinliklerini böyle kaotik ve trajikomik bir olayla bizlere gösterir. Filmin sonunda ise sadece başları sıkıştığında kiliseye dua etmeye giden ve dine sığınan bu topluluk aynı hüsranı orada da yaşayacaktır. Filmin son sahnesinde kiliseden çıkamayan bu toplulukla beraber bir koyun sürüsünün de kiliseye girdiğini görürüz. Yaptığı eylemleri sorgusuz bir şekilde gerçekleştiren bu topluluğu, koyun sembolüyle de izleyiciye sunmuştur Bunuel.