Düşlediğim İçin Ben, Ben Değilim!
Liverpool’lu mütefekkir John Lennon “You may say I’m a dreamer, but I’m not the only one..” der ütopyasında. O mülkiyetin olmadığı, herkesin kardeşçe yaşayacağı, tıpkı sakallı, bariton sesli bir adamın dediği gibi “uzaklarda öyle bir yerin” var olduğunu hayal etmişti. Tarihin bir başka köşesinde “I Have A Dream..” diye düşlüyordu başka bir “hayalci”, “küçük siyah oğlanlarla küçük siyah kızların, küçük beyaz oğlanlar ve küçük beyaz kızlarla el ele tutuşup kardeşçe birlikte yürüdüğü bir yere dönüşecek.” Bu sözler iyinin, güzel olanın hüküm sürmesi için mücadele eden insanların hayatlarını adadığı hayallerdi. Kanadalı yönetmen Jean-Claude Lauzon ağustos doksan yedide bir uçak kazasında göçüp gitmeden evvel, hayal kurmak üzerine Lumière icadının en şairane örneklerinden birini sinema tarihine kazandırmıştı. Öyle ki Time Dergisi Léolo’yu tüm zamanların en iyi yüz filmi arasında göstermişti.
İtalya’da bir çiftçi domatese sperm bulaştırır. O domates Kanada’ya gelir. Pazarda kadının biri kazayla domates tezgahının üzerine düşer. Üzerine düştüğü sperm bulaşmış domatesten hamile kalır. Léo, kendi deyimiyle Léolo, çünkü o domatesten mülhem bir İtalyan olduğunu düşünmektedir, doğumunu böyle kurgular. Léolo kendi Neverland’inde, büyümeye inat etmeden, kısa bir ömür içinde çocukluğunu, gençliğini ve yaşlılığını yaşayan hayalperest bir çocuktur. Filmde otoriter bir güç olmamasına rağmen hem tuvaletin kapısında bekleyip kakasını kontrol eden babasını, hem de bir domates sandığının arkasında yüzü gölgede kalan düşerindeki adamı çok önemsemez. Léo’nun dünyasına kadınlar hakimdir. Annesi ve Bianca..
Hayallerinin başköşesinde koca gövdesiyle hep annesi vardır. Onu “Annem, fırtınalı sularda yol alan bir firkateynin gücüne sahipti.” diye tanımlar. Buzdolabının ışığında, evde dengede durması için masanın ayağının altına konan resimsiz, kalın kitabı aynı zamanda evdeki tek kitabı heyecanla okurken, gerçek dünyadan, bilincin etkisinden çıkıp, bilinçaltını kocaman bir kütüphaneye çevirip sürrealist bir yolculuğa çıkar, Apollinaire kaligramları gibi, o gerçeküstü şiirler Léolo’nun hayatında birer şekle dönüşür. Bu imgeler içinde Bianca, onun Avrupalı köklerine, İtalya’ya, Sicilya kıyılarına uzanan geçmişine bir yolculuktur.
“Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön göstergesidir.” der, izafiyet teorisinin mucidi. Gerçek dünyada olağan akışıyla sürüp giden hayat, Léolo’nun durmak bilmeyen bir halde bilinçaltının olağan üstü hızıyla çevresinde olup biten her şey üzerine kurguladığı hikayeler karşısında izafi bir duruma dönüşür. Léo hızla olgunlaşıp dururken beri yandan hayat kendi rutinini sürdürmektedir.. Kuşkusuz bu durumun yol açtığı sarsıntılı boyutlar kahramanımızın finale doğru tercihlerini belirleyeceği göstergelerdir.
Pazar sabahları akıl hastanesinin uzun koridorlarından geçip ziyaret ettiği kız kardeşleri Nanette ve Rita’nın mahzun deliliklerine, abisi Fernand’ın kas yığını içine gizlediği korkularına, hayallerindeki tek kötü karakter olan dedesinin sapkınlıklarına değin her birinin Léo’nun zihnindeki iz düşümü travmatik bir sonu da beraberinde getirmektedir. Bilinç ve bilinç dışının sınırında büyümeye karar veren küçük kahramanımız artık düşlemekten de vazgeçmiştir.
Léolo Lozone’nin hayatı filmin yönetmeni Jean-Claude Lauzon’un hayatından izler taşır. Onun da geçmişinde benzer ailevi sorunlar vardır. Erken yaşta hayata veda etmese muhtemelen başka filmlerinde de bu otobiyografik yolculuğu onunla birlikte peşi sıra takip edecektik. Bu hikayeyi özel kılan bir diğer ayrıntı da şiirsel anlatım diline güç katan müzikleri. Tom Waits ve Mick Jagger’ın ezgileri filmi bambaşka bir boyuta taşıyor.