KRZYSZTOF KIESLOWSKI: TOPLUMSAL HAFIZADAN BİREYSEL DERİNLİĞE YOLCULUK

Polonya Sineması’nın en önemli yönetmenlerinden olan Krzysztof Kieslowski, ülkesinin siyasal ve toplumsal bakımdan çalkalandığı bir dönemde, 1941’de doğar. Lodz Sinema Okulu’ndan mezun olan Kieslowski’nin kariyeri, belgesel sinemacılıktan dünya çapında tanınan film yönetmenliğine doğru yükselir. Filmlerine gerçekçi bir hava katan Kieslowski, varoluşsal sorgulamaları kariyerinin ilk döneminde toplumsal olarak ele alırken zamanla bireysel olarak irdelemeye başlar. Büyüdüğü ortamın etkileri, onu gerçekçi olduğu kadar kötümser biri haline getirir; bu kötümserliği filmlerine ve belgesellerine yansır. Kieslowski’nin, eserlerinde kötümser bir atmosfer yaratmasında haklılık payı var; nihayetinde Polonya, yirminci yüzyılda Naziler işgalinden kurtulmuş, tam bağımsızlığına kavuşuyor derken sıkı denetimle yönetilmeye başlanmış bir ülkeydi. Dolayısıyla ülkenin bu karamsar havası, Kieslowski’nin yanında Andrzej Wajda gibi büyük yönetmenlerin de filmlerini etkilemiştir.

1974 yılında, komünist rejime karşı muhalif tutum sergileyen Polonyalı yönetmenlerin oluşturduğu ‘’Ahlaki Kaygı Sineması’ akımının temsilcilerinden olan Kieslowski, belgesellerinden konulu filmlerine kadar baskıcı tutumun eleştirisini yapar. Sinemada gösterilen ilk uzun metraj filmi; ‘’Blizna (1976)’’, toplumsal gerçekçi ve belgesele yakın üsluba sahiptir. Başrolde Kieslowski ile uzun yıllar çalışacak olan Jerzy Stuhr yer alır. Blizna, Polonya’da bir kasabaya kurulacak fabrika etrafında, halkın yaşayışına müdahil olan fabrika yöneticileri, çevre sorunları, işçi sınıfı, grev gibi konuların dağılımını işler. Ancak Kieslowski, birçok röportajında bu filmini sevmediğini, çekimlerden, senaryodan hoşlanmadığını dile getirmiştir. 1979’da yine Jerzy Stuhr’un oynadığı ‘’Amator’’ gösterime girer. Etrafındaki olayları kamerasına alan bir adamın öyküsünü anlatan Amator; tutkunun, tesadüfün, kaybın imgelemleriyle doludur. Ayrıca Kieslowski’nin belgeselci üsluptan yavaş yavaş sıyrılmasının ve insanın iç dünyasına yönelmesinin sinyallerini verir.

‘’Przypadek (1981)’’, belirsizliği vurgulayan ve üç farklı olasılığı bulunduran senaryosuyla özgün bir niteliğe sahip. Filmdeki üç farklı olasılık, Polonya’nın o dönemki durumunun alegorisidir. Nitekim Kieslowski, yıllar sonra bu filmin zamanının geçtiğini, o dönemden sonra böyle bir film çekemeyeceğini belirtmişti. Kendisinden sonraki birçok filme de öncülük eden Przypadek’in, mistik öğeleriyle Polonya Sineması için kült niteliği taşıdığı söylenebilir. Başrolde bulunan Boguslaw Linda’nın etkileyici performansı, filmi daha da unutulmaz kılıyor.

İnsan ruhuna siyasal arkaplandan bakan ‘’Bez Konca (1984)’’ filminde; acı, yas, sevgi, sadakat ve bağlılık kavramları sorgulanırken, metaforik unsurlarla hukuk düzenine eleştiri getirilir. Kieslowski, Bez Konca’da önemli bir yeri olan avukatlık mesleği hakkında bilgi almak istediği avukat Krzysztof Piesiewicz ile birlikte senaryoyu yazar ve bu da uzun yıllar aynı projelerde çalışmalarının başlangıcı olur. Aynı zamanda, filmin müziklerini yapan besteci Zbigniew Preisner ve Kieslowski’nin yıllarca süren dostluk ve iş arkadaşlığı da Bez Konca filmiyle başlar.

1988 yılında, on bir aylık sürede tamamladığı ve on bölümden oluşan televizyon serisi ‘’Dekalog’’u çeker. Yaklaşık birer saat uzunluğunda olan bu orta metraj filmlerin her bölümü, Musa’nın 10 Emir’ine referans niteliği taşır. Bu birer saatlik farklı hikayeler o denli güçlüdür ki insanın ruhunu silkeler, çarpar, dönüştürür. Bağlılık, sevgi, nefret, kıskançlık, hırs, inkar, sadakat, açgözlülük, kaybetme, korku, yalnızlık gibi insani duyguları ilmek ilmek irdeler. İnsanlığın evrensel sorunlarını özgün aktarımla ele alır. Dekalog’un belirgin özelliklerinden biri de mekan olarak Varşova’nın soğuk ortamını belirginleştiren yüksek katlı sitelerde geçmesidir. Bu durum, kalabalıklar içinde kendi hikayelerinde savrulan insanların içindeki soğukluğu daha baskın simgeler. Her bölümde farklı görüntü yönetmenleriyle çalışan Kieslowski, film müziklerini de her zaman güvendiği Zbigniew Preisner’e emanet eder. Preisner’in müzikleri hikayelerin anlamını güçlendirdiği gibi insanda tarifsiz duygular uyandırarak hüzün ve dinginlik arasında bocalatır.

Kieslowski, Dekalog serisinden iki sinema filmi çıkarır. Bu filmler, Dekalog versiyonlarından yarım saat daha uzundur. Dekalog V’teki film, sinemaya ‘’Krotki Film O Zabijaniu’’ adıyla uyarlanır ve Türkçe’ye ‘’Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’’ olarak çevrilir. On Emir’deki ‘öldürmeyeceksin’ kıstasından yola çıkarak çekilen film, şiddeti olumlamadan, gerçekçi şekilde yansıtmasıyla dikkat çeker. Temaya uygun biçimde kahverengi efektler ve loş ortamlar belirgin hale getirilerek özgün bir sinema dili oluşturulur. Öldürme Üzerine Kısa Bir Film, Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü ve FIPRESCI Ödülü’nü alır. Türkçe’ye ‘’Aşk Üzerine Kısa Bir Film’’ olarak çevrilen ‘’Krotki Film O Milosci’’ ise Dekalog VI’nın sinema versiyonudur ve aşkı en saf haliyle yansıtan buruk bir hikayedir. On Emir’in ‘’zina etmeyeceksin’’ maddesini işleyen filmde, aşka farklı anlamlar yükleyen iki insanın kesişen hikayesini izleriz. Aşk Üzerine Kısa Bir Film, geniş kitlelere göre serinin en güçlü filmi olarak kabul edilir.

1991 yılında ‘’La Double Vie De Veronique’’ (Veronique’in İkili Yaşamı) filmi gösterime girer. Polonya’daki ekonomik sorunlar nedeniyle filmin bir kısmı, Fransız yapımcıların desteğiyle Fransa’da çekilir. Bu film, Kieslowski’nin diğer filmlerinden daha sezgisel, daha iyimser ve daha esrarengizdir. İki farklı anlatımı olan filmde müziğe büyük yer verilir. Zbigniew Preisner’in marifetidir bu, yapılan müzikler hikayeyle derin bir uyum içerisindedir; dramaturjiyi sıkıca destekler. Biçimsel bakımdan görüntü yönetmeni Slawomir Idziak harikalar yaratır. Kehribar rengin hakim olduğu filmde farklı yerlerdeki iki karakterin bağı, çekim açılarıyla ve kurgu oyunlarıyla daha da belirgin hale getirilir. Başrolde oynayan Irene Jacob, kusursuz yüzüyle unutulamayacak bir performans sergiler. Film, Cannes’da FIPRESCI Ödülü’nün sahibi olur.

Kieslowski, kısa yaşamının sonlarına doğru Üç Renk üçlemesini tamamlar. Fransalı yapımcıların filmin finansmanını sağlaması nedeniyle, Fransa bayrağının renklerinin anlamlarından ilhamla çekilerek başyapıt olan bu filmler, yıldız oyuncu kadrolarıyla Kieslowski’nin sinemaya görkemli vedasıdır. ‘’Trois Couleurs: Bleu (1993)’’ özgürlük, ‘’Trois Couleurs: Blanc (1993)’’, eşitlik ve son olarak ‘’Trois Clouleurs: Rouge (1994)’’ kardeşlik temaları, insanın içsel hayatının derinliklerinde anlam bulur. Filmlerinde renk kullanımına önem veren Kieslowski, sinema tarihine altın renkle imzasını atar.

Filmlerinin anlamları üzerine düşünmenin öneminden bahseden Kieslowski, bu konuyu şöyle detaylandırır: ‘’Bence geleneğimiz içindeki her şeyin fiili anlamını düşünmenin zamanı geldi. Yalnızca kendimizi nerede bulduğumuzu değil, bizi tarih boyunca, çağlar, yıllar, savaşlar, devrimler ve kuşaklar boyunca şekillendiren bu kelimelerin anlamlarına da kafa yormak zorundayız. Bu tür şeyler bizim nereden geldiğimizi gösterir (birinci, ikinci ve onuncu emirleri, ama ayrıca ‘’özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’’ ideallerini yansıtır) ve biz bugünkü halimizle ortaya çıkarız. Çünkü bir zamanlar birileri bu üç kelime uğruna canlarını ortaya koymuşlar, bu on emir uğruna çarmıha gerilme riskini göze almışlardır. Tüm bu şeylerin modern hayatta ve bizim dünyayla ve birbirimizle ilişkimizde belirli bir anlamı bulunur. Bizi inşa eden ve şekillendiren onlardır. Nereden geldiğimizi ve neyden yapıldığımızı anlayamazsak kim olduğumuzu, yeryüzünde ne yaptığımızı ve nereye gittiğimizi de anlayamayız.’’

Kieslowski, Üç Renk üçlemesini çektiği dönemde artık film yapmaya son verip emekliye ayrılmak istediğini, ücra bir yerde sakin yaşamı düşlediğini açıklamıştı. Neden emekliye ayrıldığını soranlara yorulduğunu, film yapmanın sabır işi olduğunu ve sabrının kalmadığını belirtmişti. Zaten kalp rahatsızlığından dolayı sağlığı pek yerinde değildi. Trois Coileurs: Rouge, onun çektiği son filmi oldu ve iki yıl sonra 13 Mart 1996’da, kalp ameliyatı sırasında henüz 55 yaşındayken bu dünyadan ayrıldı. Aradan geçen zaman, onun filmlerini başyapıt niteliğine taşıdı. Zaman dediğimiz olgu, insanı hak ettiği mertebeye ulaştırmıyor mu ne de olsa?

Diğer Yazılar: Selin Göknar
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir